MALAZGİRT SAVAŞI ÖNCESİ SELÇUKLU VE BİZANS'IN ANADOLU POLİTİKASI
Abdülkadir YUVALI
Tarih boyunca birçok zaferler kazanmışlarsa da Anadolu'da yaşamak ve yurt tutmak için kazanılan iki büyük zafer, bunların en önemlisi olmalıdır. Birincisi Anadolu'yu Türk Vatanı haline getirmek için 26 Ağustos 1071 tarihinde kazanmış olduğumuz Malazgirt meydan savaşı, diğeri de Anadolu'yu düşman işgalinden kurtaran 26 Ağustos 1922 tarihli Başkumandanlık meydan muharebesidir.
Malazgirt savaşının bir diğer Özelliği de, M.Ö. IV. Yüzyıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları üzerinde hüküm süren eski çağın en büyük imparatorluğu Roma'nın doğudaki mirasçısı Bizans'ın genç Selçuklu devleti karşısında bir gün içerisinde perişan olması, başta imparator olmak üzere maiyetinde bulunanlardan hemen birçoğunun esir edilmesi hadisesidir. Bu durumun daha iyi aydınlığa kavuşturulabilmesi için her iki devletin yani Bizans ve Selçuklular'ın savaştan önceki askerî, siyasî ve kısmen sosyal durumlarını bilmekte fayda vardır. Bizans İmparatorluğu'nun askeri ve siyasi durumu, yarımda Anadolu'nun Jeopolitik yapısı da savaşın neticesi ve doğurduğu sonuçlar üzerinde etkili olmuştur. Çünkü 3000 yıl Müslüman Araplara karşı başarı ile savunduğu Anadolu'yu, Türkler karşısında savunamamıştır. Ayrıca bu hadisenin Millî tarihimiz yönünden bir diğer önemi de, Türk millî bünyesinde meydana getirmiş olduğu değişmedir. Çünkü atlı-göçebe kültürden yerleşik şehir kültürüne geçişimiz de bu savaş ile yakından ilgili olmalıdır.
Bizans imparatorluğu’nun tarihi içerisinde "İkinci Altın Devri" olarak adlandırılan Makedonya hanedanı, X. Yüzyılda Bizans'ı çağın birinci sınıf devleti haline getirmiştir. Bu dönemde Müslümanların Anadolu akınları durdurulmuş, Bizans zaman zaman İslâm dünyasını tehdit etmiş ve Kuzey Suriye el değiştirmiştir. Aynı şekilde Balkanlar ve İtalya'da Bizans üstünlüğünü sürdürmüştür. Ancak XI. yüzyıla girildiği sırada bu parlak dönem gerilerde kalacak, içte ise devletin idaresi garip İmparatorlar, İmparatoriçelerle evlenen ordu kumandanlarının elinde kalmıştı. Kısa aralıklarla el değiştiren yönetim merkezi otoritenin zayıflamasında önemli bir faktör olmuştur. Bizans'ın parlak dönemi Makedonya hanedanının ünlü imparatoru II. Bazil'in 1025 yılında ölümü ile kapanacaktır. Bazil döneminde devlet, askerî ve malî yönden güçlü olması yanında tecrübeli kumandan ve devlet adamları sayesinde içte ve dışta sürekli başarılar kazanmıştır. Güney İtalya’dan Kafkas dağlarına ve oradan Filistin'e kadar uzanan topraklar üzerinde huzur ve asayiş sağlanmış, Bizans çağın bir numaralı devleti haline gelmişti. Fakat II. Bazil'in 1025 yılında varis bırakmadan ölümünden sonra yerine geçen kardeşi 8. Konstantin tahtta kaldığı üç yıl içersinde II. Bazil'in kurmuş olduğu sistemi alt üst etmiş, 1028 yılında da erkek varis bırakmadan öldüğünde devletin yönetimi kızları Zoe ve Thedore'nin elinde kalmıştır. Bundan sonraki dönemde ise, bu imparatoriçelerle evlenmiş olan Bizans kumandan ve asilzadeleri devleti İmparatoriçeler adına yönetmişlerdir. İç politikadaki bu değişme, kısa zamanda dış politikaya da yansımış olmalı ki, Karadeniz sahillerine yapılan Rus akınları Balkanlardaki Peçenek akınları, Ege denizindeki Arap korsanlarının baskınları birbirlerini takip etmiştir. Denilebilir ki, Bulgaristan ve Sırbistan'daki isyanlar ve doğudaki topraklan tehdit eden Türk Akınlarına karşı alınan tedbirler yetersiz kalmış, böylece Bizans içte ve dışta başarısız olduğu bir döneme girmiştir. Eğlence düşkünü olan ve kısa süre görevde kalan imparator ve imparatoriçelerin israflarıyla hazine boşalmış, ücretli askerlerden oluşan ordu ihmal edilmiştir. 1048 yılında Reisleri Gegenis'in idaresinde Balkanlara giren Peçenekler durdurulmamış yapılan antlaşma ile Peçeneklerin Balkanlarda yerleşmelerine ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak kabul edilmelerine Bizans razı olmuştur. Bu dönemde Bizans ordusunda ücretli asker olmak cazip bir iş olmalı ki, Peçenekler bu hususu bir antlaşma maddesi olarak Bizans'a kabul ettirmişlerdir. Aynı tarihlerde Doğuda Türk akınları yoğunlaşmış, İbrahim YINAL idaresindeki Türk Kuvvetleri Anadolu sınırlarını zorlamış ve bu cephede meşhur Hasan kale savaşım kazanmışlardır. Diğer yandan, yine bu tarihlerde Bizarısın İtalya'daki toprakları Normanlar tarafından istila edilmiş ve papalık yani Katolik kilisesi ile Bizans Ortodoks kilisesi arasında süre gelen anlaşmazlık devam etmiştir.
1067 yılında ölen imparator X. Konstantinden sonra vasiyeti üzerine karısı evlenmemiş ve yaşları küçük olan oğullarına niyabet etmiştir. Fakat İmparatoriçe ancak, yedi ay görevi sürdürebilmiştir. İç politikada da hata üzerine hata işlemiş, sonunda Patrik Johannes X. İpehilin'in de tavsiyesi üzerine Kapadokya'nın ünlü kumandanı R. Diogenes ile evlenmiştir. Daha önce imparator olmak için isyan teşebbüsünde bulunmuş olan R. Diogenes bu defa evlilik yoluyla tahta geçmiştir. Ancak, yeni imparatoru bekleyen birçok meseleler vardı; iç isyanlar, sınırlarda ortaya çıkan yeni düşmanlar, ücretleri ödenmediği için kendi topraklarını yağmalayan bir ordu vs. Norman neşeili ünlü kumandan Krispin, kendisine bağlı Ücretli askerlerin ücretleri ödenmediği için, devlet hazinesine el koymuş, geçtiği yerleri yağmalayarak ordusunun iaşesini temin etmiştir. Diğer yandan yönetimi kocasına bırakmak istemeyen imparatoriçe Eudo-xia ile arası açılan imparator Romenos Diogenes iki aylık bir evlilikten sonra İstanbul'u terk ederek, Anadolu'ya geçer ve Selçuklulara karşı savaş hazırlığına başlar. Bu sırada Bizans ile Macarlar'ın arası açılmıştır, Kumanlar'ın tazyiki ile daha batıdaki topraklara çekilen Oğuzlar, Balkanlar'a kadar çekilmişler ve daha önce buraya gelmiş olan Peçenekler'i yerlerinden oynatarak, 1065 yılında Tuna nehrini geçerek, Bizans ordusunu mağlup etmişlerdir. Bu mücadele sırasında daha sonra İmparator olacak oh?- Nikephoros Botaneiates'i de esir almışlardır. İlerlemesine devam eden Oğuzlar, Selanik'e kadar ilerlemişlerse de bu sırada Oğuzlar arasında ortaya çıkan veba hastalığı onları daha fazla ilerlemesine engel olmuştur ki, bu olay Bizans'ın imdadına yetişmiş olmalarıdır. Çünkü Oğuzların büyük bir bölümü bu hastalıktan dolayı hayatlarım kaybetmişler, kalanlardan bir kısmı geri dönmüş orada kalanlar da Peçenekler arasında eriyip gitmişlerdir. Böylece Bizans Balkanlar’daki bir tehlikeden daha kurtulmuş oldu. Bizans, XI. Yüzyılından itibaren doğudan Selçukluların sevk ve idaresi altındaki Türkler tarafından, batıdan da Peçenek, Kuman Oğuz Türkleri tarafından sürekli tazyik alındı tutulmuştur.
Malazgirt Savaşı öncesinde Bizans'ın Anadolu politikası yerli kaynaklar tarafından da ağır bir dille tenkil edilmektedir. Çünkü Bizans mezhep bakımından farklı olan Şark Hıristiyanlarını Ortodoks mezhebine kazanabilmek için ordular sevk etmiş, böylece Ortodoks olmayan diğer Hıristiyan unsurlar Bizans'a karşı cephe almışlardır. Öyle ki Şark Hıristiyanları arasında "Rum Ortodoks" düşmanlığı ortak bir inanç haline gelmişti. Türk akınları arefesinde Bizans'ın Şark Hıristiyanlarına karşı politikası Anadolu'nun Türklerce fethinin kolaylaştırılmış, yerli halk, zaman zaman Türklere yardımcı olmuştur. Çünkü Türklerin yönetimi altında bulunan insanların din ve inançlarının serbestçe sürdürdüklerini biliyorlardı. Nitekim çağdaş tarihçi Urfalı Mateos'un Bizans için kullanmış olduğu ifade görüşümüzü doğrulamaktadır. "İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti, milletimizi tahrip edip, Türkler'in istilasını kolaylaştırdılar" demektedir. Şark Hıristiyanlarının Bizans'a karşı tutum ve davranışlarını Süryani da şöyle ifade etmektedir. "Bu devirde Rumlar bizim Milletimize zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir emirname ile batıl mezheplerini bizi kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe uğraşıyorlardı. İstanbul Ortodoks Patriği kiliselerde bulunan mukaddes kitapları yeni Ortodokslukla ilgili olmayan, Süryani din kitaplarını yaktırdı. Bu kayıtlar, Malazgirt savaşı arefesinde Bizans İmparatorluğu'nun Anadolu'daki Rum ve Ortodoks olmayan unsurlara karşı politikasını göstermesi yanında, Anadolu'nun Türkler tarafından fethini ve yurt tutulmasını kolaylaştıran sebepler olması bakımında da önemlidir.
Şark Hıristiyanları ile Bizans arasındaki mücadeleyi gösteren bu kayıtları, Anadolu akınlarına katılan Türkmen beylerinin Selçuklu Sultanlarına faaliyetleri hakkında sunmuş oldukları raporlarda ki bilgiler de doğrulamaktadır. Daha Selçuklu devleti kurulmadan önce Çağrı Bey 1018 yılında Gazneliler tarafından sıkıştırıldığı zaman 3000 kişilik bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı aşarak Anadolu’ya girmiştir. Azerbaycan ve Doğu Anadolu şehirlerine karşı akınlarda bulunduktan sonra, o sırada Buhara yöresinde bulunan kardeşi Tuğrul Bey'in yanına döner, Çağrı Bey'in bu yolculuğu, bir bakıma macerası hakkında kardeşine vermiş olduğu bilgiler arasındaki şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. "Bu ülkede (Anadolu'da) bize karşı koyabilecek bir kuvvete rastlanmadığı o sırada Anadolu’daki Bizans yönetiminin içerisinde bulunduğu durum ifade etmesi bakımından önemlidir. Bu konuda bir diğer kayıt Malazgirt Savaşı Öncesinde Anadolu ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Bey'i Bekçioğlu Afşin ile Selçuklu Şehzadelerinden Kutal'mış Anadolu akınlarının neticeleri hakkında Sultan Alparslan'a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki bilgilerde tıpkı yerli Hıristiyan tarihçilerin görüşleri doğrultusundadır. Türkmen beyleri'nde Bizanslılar için "Bizanslılar, savaş kabiliyetinden mahrum, kadınlaşmış, insanlar" ifadesini kullanmaktadırlar.
Selçuklu Devletinin sevk ve idaresinde veya mustafil olarak Anadolu’ya yapılmış olan Türk akınlarını Selçuklu Devletinin Batı politikası içerisinde ele alıyoruz. Adı geçen devletin Batı politikasındaki iki önemli ağırlık merkezi vardır. Bunlardan birincisi Anadolu ve dolayısıyla Bizans, ikincisi de Mısır Fatımi Devleti idi. Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu'ya yapılan Türk akınları Selçuklu devletinin savaş öncesi siyasi ve İdari yapısı içerisinde ele alınmalıdır. Müslüman Arapların yeni Emevi ve Abbasilerin üç yüz yıl süren mücadele ile ulaşmadıkları sonuca Selçukluların bir günlük savaşla ulaşması Anadolu’ya yapılan Türk akınlarının mahiyeti Anadolu’nun jeopolitik yapısı ve Bizans’ın o sıradaki durumu ile yakından ilgilidir. İslam ordularının İspanya ve Türkistan gibi hilafet merkezine oldukça uzak yörelerde başarılar kazanıp ülkelere fethettikleri halde Anadolu da başarı gösterememiş olmaları yukarıda zikrettiğimiz sebeplerle izah edilebilir. Bizans İmparatorluğu 8.9. ve 10. yüzyıllarda tarihinin en güçlü dönemlerinden birini yaşadığı gibi jeopolitik bakımından da Türk akınları ile Arap akınları farklı yönlerden gelmiştir. Emevi ve Abbasi akınları Güney ve Güneydoğudan Türk akınları ise Doğudan yapılmıştır. Anadolu’nun jeopolitik yapısı incelendiği zaman Tarsus’tan başlayıp Erzurum'a kadar uzanan Toros, Munzur, Karasu ve Aras dağlarının Güneydoğu yönünde orta Anadolu ya geçit vermedikleri görülmektedir. Bu sıra dağlar üzerinde bulunan Mahdut sayıdaki geçitler ise sağlam birer savunma merkezleri vazifesini görür.
Bu geçitler Bizans ile Müslümanlar arasında sınır kapılan vazifesini görmüştür. Zaman zaman bu kapıları aşıp Orta Anadolu’ya giren İslam orduları karadan veya denizden gerilere çıkarma yapan Bizans kuvvetlerini kıskacına düşerek büyük kayıplar vermek suretiyle geri çekilmişler veya geçici başarılar elde etmişlerdir. Başarısızlığın bir diğer sebebi de hareket üsleri olan Kuzey Suriye ve Elcazire'den uzaklaşmış olmalarıdır. Yaklaşık 300 sene devam eden İslam akınları Battal Gazi destan'ı gibi büyük bir halk destanına malzeme teşkil etmiştir. X. yüzyılda Bizans'ın karşı hareket sonucu İslam kuvvetleri gerilemişler ve böylece Anadolu'da Bizans hâkimiyeti yeniden tesis edilmiştir.
Bizans karşısında gerileyen İslam dünyasının kuruculuğunu üstlenecek olan Selçuklu devleti 1040 Dandenakan savaşının Gazneli devletine karşı kazınılmasından sonra kurulmuştur. Daha kuruluşundan itibaren bu devleti meşgul eden meselelerin başında "Türkmenler Meselesi" gelmektedir. Sirderya ötesinden dalgalar halinde Horasan ve Maveraünnehir yöresine gelen adlı göçebe Türkmen unsurları Selçuklu devletinin bir iç meselesi olmuştur. Çünkü bahsi geçen toprakların halkı umumiyetle yerleşik hayat tarzını benimsemiş olduğu halde buralara sonradan gelen Türkmenler ise, "Adlı göçebe" hayat tarzının sürdürmüşlerdir. İki farklı hayat tarzına sahip unsurlar arasındaki mücadele devletin yıkılmasına kadar sürecektir. Denilebilir ki, Selçuklu devletini kuran "Adlı-Göçebe" Türkmenler devletin yıkılmasında da önemli Ölçüde rol oynamışlardır. Selçuklu yöneticileri Türkmenler meselesine çözüm yolları aramışlarsa da kalıcı olmamış sadece başarılarında bululan irsi beyleriyle birlikte daha batıdaki topraklara göndermişlerdir. Anadolu’ya yönelik bu Türkmen akınları sırasında Azerbaycan önemli bir askeri üst vazifesi görmüştür. Çünkü Bizans ordusunun karşı koyması halinde, Türkmenler Azerbaycan'a çekiliyorlardı. Selçuklu devletinin kuruluşuna kadar Anadolu’ya yapılan Türk akınlarının ortak özelliği bu olmuştur. Bu durum 1040–1071 yılları arasından da zaman zaman aynı şekilde olmuş ise de Önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Bu dönemde Türkler Anadolu da kalıcı değil Bizans'ın müstahkem mevkilerinin yıpratıcı akınlar yapmışlardır. Anadolu gazaları irsi Türkmen beylerinin yönetiminde olmakla beraber çoğunlukla Selçuklu devletinin sevk ve idaresinde idi. Ayrıca bu dönemde zaman zaman Selçuklu Sultanlarının da katıldığı akınlar olmuştur. Bu akınlar sayesinde Bizans'ın mukavemeti kırılıyor. Türkmenler içinde yeni yurtlar temin ediliyordu. Selçuklu devletinin Türkmenler meselesine bulduğu: en isabetli çözümde bu olması gerekir. Çünkü devlet bir yandan yönetimi altındaki halkın hukukunu korumak diğer yandan da bizzat mensubu bulundukları Türkmenlerinin hakkını gözetmek mecburiyetinde idi. Buna en kısa ve en iyi çözüm Türkmenleri daha Batıdaki yeni Azerbaycan’a ve Anadolu’daki topraklara göndermekti. Böylece bir yandan devlet içerisindeki göçebe yerleşik unsuru çekişmesine çözüm bulmuşlar. Diğer yandan da Anadolu akınlarını sürdürmüşlerdir. Daha 1047 yılında İbrahim YINAL Nısabur'da iken yurt bulma konusunda şikâyet eden Türkmenler "memleketim sizin oturmanıza imkân verecek kadar geniş değildir. Bu sebeple doğrusu şudur ki Allah yolunda cihat ediniz ve ganimet alınız. Bende arkanızdan gelip size yardım edeceğim" diye cevap vermiştir. Gerçekten de bir yıl sonra Anadolu’ya giren İbrahim YINAL Bizans kuvvetlerine karşı 1048 yılında meşhur Hasankale savaşını kazanmıştır. Bu savaşın kazanılmasından sonra Türk kuvvetleri Trabzon'a kadar ilerleyeceklerdir.
Türk akınları sırasında uzun bir dönem Azerbaycan askeri bakımdan önemli rol oynamıştır. Gerek Selçukluların sevk ve idaresinde ve gerekse müstakil hareket eden irsi Türkmen beyleri Malazgirt savaşına kadar Azerbaycan'ı ve Ahlât’ı hareketleri için üs olarak kullanmışlardır. Nitekim El-Hüseyin'deki kayıtlara göre Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan'a girdiği zaman irsi Türkmen beylerinden Tuğ-Tekin ile karşılaştı. Sultana Anadolu hakkında bilgiler veren Tuğ-Tekin sultan ile birlikte Anadolu seferine katılmıştır. Bizzat sultanların katıldığı bu seferler sonunda Türkler orta Anadolu’ya kadar ilerlemişlerdir. 1067 yılında Kızılırmak vadisini takiben Kayseri'ye kadar ilerleyen Türk akıncıları bu şehri ele geçirmişlerdir. 1068 yılında sultan Alparslan'a isyan ettikten sonra korkusundan Bizans'a sığınmak isteyen Selçuklu kumandanı ve sultanın eniştesi Erbasgan'ın yakalamak için Ahlât’tan hareket eden Bekçi oğlu Afşin Anadolu’yu bir baştan öbür başa kat ederek, Denizli yakınlarına kadar uzanır. Oradan Ege denizi sahillerini takiben, Marmara denizi kıyısında Bizans imparatoru ile kaçak Türkmen beyi hakkında konuşur bu konuşma bir çeşit pazarlık ve imparatoru, kaçak Türkmen beyini geri vermesi hususunda tehdit şeklindedir. Daha sonra emrindeki süvari birliğinin başında ve hiç bir engelle karşılaşmadan Ahlât’a dönmüştür. Afşin beyin bu yolculuğu Bizans'ın Anadolu’daki askeri ve idari durumunu göstermesi bakımından önemlidir. Bütün bu başarılara rağmen, Malazgirt öncesi Türkler Anadolu da yerleşecek ve yurt tutacak kadar güçlenmemişlerdir. Binansın karşı harekâtı yerleşme ve yurt tutmaya engel oluyordu. Vur-kaç taktiği ile hareket eden Türkler, doğu-Batı, Kuzey-Güney yönlerinde Anadolu’yu katletmelerine rağmen henüz Anadolu’daki müstahkem mevkileri ele geçirememişlerdi. Buralardaki Bizans varlığı önemli bir tehdit unsuru olmuştur. Bu yüzden Malazgirt öncesinde Bizans ordusunun karşı harekâtı söz konusu olduğu zaman, Türk akıncıları Ahlât ve Azerbaycan'a çekiliyorlardı. Ancak her geçen gün Bizans’ın aleyhine olduğu için, karşı harekât anında Türk kuvvetleri artık Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle Bizans tehlikesini atlatabiliyorlardı. Nitekim R. Diogenes' in Malazgirt öncesinde gerek bizzat kendisinin ve gerekse kumandanlarının yönetimindeki Bizans ordusu 3 yıl boyunca Anadolu’da Türklerle mücadele etmişlerdir. Bu esnada Türk kuvvetleri Ahlât ve Azerbaycan’daki üslerine çekilme yerine Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle tehlikeyi bertaraf etmişlerdir.
Anadolu’da çekişme sürerken, Selçuklu sultanı Alparslan devletin batı politikasında ikinci ağırlık noktası olarak kabul ettiği Mısır (Fatımi) meselesini halletmek üzere yola çıktığı görülecektir. Bu maksatla Sultan, Van Gölünün kuzeyinden geçerek, Erciş ve daha sonra da Malazgirt kalelerini almış, daha sonra Ergani ve Siverek'i aldıktan sonra Urfa kalesini kuşatmıştır. Ancak, kuşatma uzamış, Sultan şehir valisi Vasil’in şiddetli savunması karşısında daha fazla zaman kaybetmemek için kuşatmayı kaldırarak, Mısır yolculuğuna devam etmiştir. Selçuklu ordusu Halep şehrine geldiği zaman, şehir hâkimi Mirdasoğlu Mahmut bağlılığını bildirdiği için zaman kaybedilmeden yola devam edilmiş, fakat ordu henüz bir günlük yol kat etmiş iken, R.Diogenes'in elçisi Sultan'a yetişmiştir. İmparatorun isteği, Erciş, Ahlât ve Malazgirt kalelerinin Bizans'a geri verilmesi, Türk akıncılarının Anadolu'dan çıkartılması idi. Bu durum karşısında Mısır seferinden vazgeçen Sultan Alparslan tekrar geldiği yoldan hareketle Diyarbakır'a ve oradan da Silvan'a geldiği zaman R.Diogenes'in Malazgirt kalesini ele geçirmiş olduğunu öğrendi. Sultan, Bitlis üzerinden harekât üs'sü olarak Ahlât’a ulaşmıştır.
İmparator, büyük masraflar yaparak hazırlamış olduğu ücretli ordusuna güvenerek harekât planını hazırlamıştı. Bu plana göre: böyle bir ordu ile Türkler, değil Anadolu'dan, ağırlık merkezleri olan Azerbaycan'dan da atılabilirlerdi. Bu maksatla Anadolu’da zaman kaybetmemek için doğrudan Azerbaycan üzerine yürüyüş karan almıştı. Onun bu kararına ordusunda bulunan tecrübeli kumandanlar karşı çıkmış ise de onların görüşüne itibar etmeyen İmparator tecrübesiz, dalkavuk kumandanlarının görüşünü benimsemiştir. Diğer yandan Ahlât’tan hareket eden Sultan Alparslan, Ahlât-Malazgirt yolunu takiben Malazgirt yakınındaki Rahve ovasına karargâhını kurmuştu. Savaş öncesinde son defa olarak imparatora barış için bir elçilik heyeti göndermiştir. İmparator bu davranışı sultanın korkmuş olmasına bağlayarak barış teklifini reddetmiş, sultanın elçisine, savaşın galibi kumandan edasıyla sorular sormuştur. Bunlar arasında "Hamedan'm soğuk olduğunu öğrendik Biz İsfahanda, atlarımız da Hamedan'da kışlayacaklar" gibi sözler sarf etmiştir. Sultan Alparslan'ın elçisi îbnül'Mahleban ise, bu sorulara: "Hayvanlarınız Hanedan’da kışlayabilir, fakat sizlerin nerede kışlayacağınızı bilemem" şeklinde cevap vermiştir. İmparator savaşı kazanacağından o kadar emin olmalı ki, yanında bulunan kumandanlarına, Suriye, Irak ve İran'da bulunan vilayetlerin yönetimini taksim etmişti. Diğer yandan kumandanlarına güvensizliği sebebiyle de savaş öncesi onlardan ayrı ayrı sadakat yemini almıştır.
Malazgirt savaşı sonunda Bizans, tarihinin en büyük mağlubiyetlerinden birine uğramakla kalmamış, Anadolu’yu kurtarma ümidini yitirmiştir. Bu yönde tek umudu, batı dünyası yani Papalık olmuştur. Çünkü elinde kiliselerin birleştirilmesi uğruna batı dünyasından koparabileceği imkanlar vardı. Bu tarihten sonra Anadolu’daki Türk varlığını tehdit edebilecek bir kuvvet kalmamış, Şark Hıristiyanların kendi kaderlerine terk eden Bizans, maddi ve manevi bütün ağırlıklarım Anadolu’dan çekmeye başlayacaktır. Malazgirt savaşından yüzyıl sonra, batı Anadolu’yu Türklerden alma hevesine kapılan Bizans, 1176 yılında Myrokephalon'da uğradığı mağlubiyet ile bu çabası da sonuçsuz kalmıştır. Askeri alanda başarısızlığa uğrayan Bizans, politik mücadelesini sürdürmüş, daha önce hâkimiyeti altında iken bir türlü anlaşamadığını "Şark Hıristiyanlarının" batı dünyası nezrinde savunucusu olmuştur. Anadolu, Suriye ve Filistin' de toprak hâkimiyetinin kurulmasıyla Bizans'ın çağrıları meyvesini vermiş ve "Kutsal toprakları" kurtarma görüntüsü altında Türk-İslam dünyasına karşı "Haçlı Seferleri" başlatılacaktır. Bu seferler sırasında Bizans, sadece haçlı kuvvetlerine kılavuzluk ve iaşe yardımı yapmıştır. Başlatılan haçlı seferlerinin sonu gelmemiş, bu uğurda milyonlarca insan ölmüş, şehir ve kasabalar, köyler harap olmuştur. Anadolu da Selçuklu devletinin mirası üzerine kurulacak olan Osmanlı Devleti Anadolu ile yetinmemiş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştır. Osmanlıların Balkanlara çıkmasıyla başlatılacak olan Haçlı Seferleri zaman ve zemine göre şekil değiştirerek, Osmanlı devletinin dağılma dönemine kadar devam etmiş ama ismi haçlı seferleri değil, "Şark meselesi" olmuştur. Bu uğurda batı dünyası mesai harcamaktan bıkmamış Önce Balkanlarda yaşayan gayri Müslim Osmanlı tebaasının dini hakları bahanesiyle "Şark Meselesini" gündeme getirmiş, Balkan savaşlarından sonra burayı vatan tutan Türklerin tarihi kadar Dünya tarihini de ilgilendiren bir hadise olarak tarih sayfasına geçmiştir...
DOĞU ANADOLU VE MALAZGİRT'İN TARİHİ COĞRAFYASI
Muhammet Beşir AŞAN
Coğrafyanın tarih içersinde önemli bir yeri vardır. W.M.Ramasay'ın belirttiği üzere topografya tarihin temelidir. Dağlar, ovalar akarsular topografyanın unsurları olup, tarihi olayların gelişmesine etki eden temel faktörler arasında yer alırlar.
Anadolu, coğrafi konumu itibariyle dünyanın en stratejik alanlarından birisi olup, doğu-batı ulaşımı içersinde bir geçit alanıdır. Klâsik tarihçilerden Batlamyus, İpek yolu’nun Cindeki Kansu'dan başlayıp Anadolu üzerinden Antakya'ya ulaştığını belirtir. Bununla birlikte yine tarihi bir yol olan Kral yolu'nun da Anadolu üzerinden geçmesi, Anadolu'nun stratejik konumunun önemini ortaya koymaktadır. Anadolu bu özelliğini tarihin hiçbir devrinde kaybetmemiştir.
Doğu Anadolu bölgesi de Anadolu üzerinde aynı önemi taşır. Adeta Anadolu'nun giriş kapış; niteliğindedir. Anadolu’ya yapılan akınların çoğu bu yönden yapılmıştır. Kenarları dağ sırasıyla kuşatılmış olan bölge yurdumuzun 1/5 büyüklüğünde olup, ortalama 2000 metre üzerinde bir yükseltiye sahiptir. Doğu Anadolu'nun çukur yerleri dahi Batı ve İç Anadolu dağlarının çoğunun durakları seviyesindedir. Yükseltinin tesirleri iklim ve dolayısıyla insanların yaşayışı üzerinde derin izler bırakmaktan geri kalmaz. Bu ortalama yükseltiye bakarak, Doğu Anadolu'ya son derece dağlık ve arızalı bir bölge olarak düşünmek yanlıştır. Aksine Doğu Anadolu arazisinin 3/4'ü 1500–2000 metre yüksekte, fakat geniş düzlükler halindedir.
Bölge coğrafi Özellikleri dikkate alınarak beş ayrı bölüm halinde incelenir. Bunlar;
— Yukarı Fırat bölümü
— Erzurum Kars bölümü
— Yukarı Murat bölümü
— Van bölümü
— Hakkâri bölümü olup, Malazgirt'in tarihi coğrafyasında etli olan bölümler Yukarı Fırat ve Yukarı Murat bölümüdür.
Yukarı Fırat bölümünden itibaren güneyde yer alan Güney Anti Toroslar ile Kuzeydeki Karasu ve Aras sıra dağlan doğuya doğru yükselerek adeta bir merdiven gibi, Anadolu'nun doğusunu oluştururlar.
Yukarı Murat bölümü ise, Güneyinde Van gölü batısında Ağrı Dağına doğru uzanan sönmüş volkanik dağlar ile çevrilidir. Bunları Nemrut, Süphan, Aladağ ve Tendürek olarak belirtebiliriz. Bu alanı kuzeyden de Ars sıradağları çevreler. Bölümün önemli akarsuyu başta Murat Nehri ve onu besleyen Banşan ve başka dereleridir. Bölgedeki Muş ovası başta olmak üzere, Bulanık, Malazgirt ve Patnos ovaları yerleşimin yoğun olduğu alanlardır.
Ulaşım dağ sıraları arasındaki geçitlerle sağlanır. Yöre; Muş-Bulanık-Patnos yolu ile Ağrı'ya bağlanırken, Erciş yolu ile de Van bölgesine bağlanır.
BÖLGEYE TÜRKLERİN GELİŞİ
Türklerin Anadolu'ya gelişleri milattan önceki yıllara dayanır. Milattan sonraki yıllarda ise Karadeniz ve Hazar denizi'nin kuzeyinde vardı. Bir güç bulan Türkler zaman zaman Anadolu'ya gelerek nüfuslarını buraya kadar yaymışlardır. VIII. yüzyıldan sonra da İslam kuvvetleri ile birlikte Anadolu'ya gelerek yerleşmişlerdir. Bu yüzyıldan itibaren Horasan ve Maveraünnehirden içinde bulunduğu sınır (üç bölgesi) şehirlerine yerleşmişlerdir. Bu sınır şehirleri çok verimli topraklara sahipti. Doğu-batı ulaşımını sağlayan yollar ve şehirlerden geçtiği için buralarda oturanlar tarımın yanında ticaretle de uğraşırlardı. Bunların çoğunu Türkistan ve Horasan'da gaziler teşkil ediyordu.
Bölge XI. Yüzyıldan itibaren Selçukluların akınlarına sahne olmuştur. Yüzyılın ilk çeyreğinde yapılan keşif seferlerini, yoğun akınlar izlemiştir. 1071 Malazgirt meydan muharebesiyle Bizans bu akınları durdurmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Malazgirt zaferi ile birlikte Anadolu kapıları Türklere açılmıştır. Zaferi müteakip, Türkler önemli bir mukavemetle karşılaşmadan kısa zamanda Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişlerdir.
Türkler Anadolu'ya girerken, bölgenin coğrafi özelliklerinden yararlanarak Sarp dağlan vadilerle aşmışlar, akarsu güzergâhlarını takip ederek Anadolu'nun içlerine kadar gelmişlerdir. Türkler bu akınlar sırasında şu tabi yolları kullanmışlardır. Aras, karasu, Kızılırmak vadilerinden Orta Anadolu’ya Kızılırmak kavisine ve batıya doğru ilerlemişlerdir.
Aras, Murat suyu ve Yukarı Fırat vadilerinden gelen Oğuzlar yalnız Doğu Anadolu'ya girmekle kalmamış, daha da batıya ilerleyerek Malatya, Adıyaman ve Konya'ya kadar ilerlemişlerdir.
Bargiri (bugünkü Muradiye)-Ahlat yolu ile gelen Oğuz boyları ise bütün Van gölü havzasını ele geçirdikten sonra Murat suyunun akış istikametini takip ederek, bir taraftan Orta Anadolu'ya diğer taraftan da, Bitlis, Erzen, Meyyafarikin (Silvan) ve Amit (Diyarbakır) yolunu takip ederek güneye ve Çukurova'ya inerek Anadolu'nun Türkleşmesini sağlamışlardır.
MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ HAKKINDA YAPILAN ARAŞTIRMALAR
Dr. Abdülkadir YUVALI
Engin tarihimizde şerefle yerlerini koruyan Zaferlerimiz ve millî günlerimiz tertip edilen anma günleri millî tarih şuuru da uzun vadeli plânlar yapmaktadırlar. Çağımızda bu plânları yapmayan toplumlar geleceklerini tesadüflere terk etmiş olmaktadırlar. Dün ile yarın arasında yerimizi muhafaza edebilmemizle yarınlara güvenle bakabilmemiz bu toprakların yarınki sahibi gençlerimizin yetişmesiyle yakında alâkalıdır. O halde millî zaferlerim hatıralarım yaşamak, onlara gönüllerde ve hafızalarda canlı tutmak bizler için tarihi görevdir. Çünkü millî kültürüne sahip çıkmayan, onu yeni nesillerine aktaramayan toplumlar yaşama güçlerini, yükselme enerjilerini kaybedebilirler.
Tarihimiz objektif olarak incelendiği zaman, ecdadımızın hedefinin bir istilâ ve cihangirlik sevdası olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hareketin özünde, tarihin o devir ve şartları içerisinde kendi hayat tarzına uygun yer arayan, dinamik ve köklü bir milletin kendisi bu haktan mahrum etmeye kalkışanlara karşı varlığın ispat etmesi yatmaktadır. İslâm öncesi ve sonrası dönemlerdeki zaferlerimizin temelinde yatan sebeplerden birisi bu olmuştur. Üzerinde yaşadığımız ve 1000 yıldan beri vatan bildiğimiz bu toprakların, bize kazandırılmasında büyük payı olan "Malazgirt Zaferi" tarihi bir olay olarak da ayrı bir özelliğe sahiptir. Tarihte öyle olaylar vardır ki, tesirleri yüzlerce, binlerce yıl devam eder, öyle olaylar vardır ki. Zamanlarında büyük heyecanlar uyandırmalarına rağmen, daha sonraki dönemler için hemen hiçbir mana ifade etmeyebilirler. Büyük İskender'in İran ve Hindistan'a kadar gitmesi, Napolyon'un Fransa dışındaki zaferleri, Timur'un 1402 tarihinde Yıldırım Beyazıt'ın Ankara savaşında yenmesi v.b. olaylardan bugün hemen hiçbir iz kalmamıştır. Oysaki 26 Ağustos 1071 tarihinde Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan'ın Bizans İmparatoru Romenos Diogenes'e karşı Malazgirt ovasında kazandığı zafer, yalnız Türk-İslâm ve Bizans tarihinde değil, dünya tarihi içinde bir dönüm noktası olmuş ve neticesi günümüze kadar gelmiştir. Malazgirt Zaferi sonunda Anadolu'da, Bizans-Grek-Ortodoks kültürü yerine Türk-İslâm medeniyeti hâkim olmuştur.
Denilebilir ki, bu zafer Anadolu'nun kültürel ve etnik yapısının değişmesinde de önemli bir faktör olarak yer almıştır.
Bu toprakların vatan olarak kazanılmasında, korunmasında ve kurtarılmasında önemli yeri olan zaferlerimizi fonksiyonları bakımından ele aldığımız zaman, Malazgirt Zaferinin ayrı bir önemi vardır. Meseleye bu açıdan bakıldığı takdirde Türkiye tarihi için üç büyük zafer önem arz etmektedir. 26 Ağustos 1071 tarihli Malazgirt Vatan kuran, Eylül 1176 tarihli Myriokephalon Vatan koruyan ve 26 Ağustos 1922 Başkumandanlık Meydan Muharebesi de vatan kurtaran zaferlerimizin karakteristik örnekleri olarak gösterilebilir.
Türkler, Malazgirt savaşı ile Yakındoğu'da yeni bir vatan kurmakla kalmamışlar, İslâm âleminin Hıristiyan dünyasına karşı koruyucu olmuşlardır. Çünkü Malazgirt Meydan Muharebesi sadece iki ordu ve onların kumandanları arasında cereyan eden bir muharebe olmayıp, iki ayrı dünya ve medeniyeti karşı karşıya getirmiştir. Tarih boyunca doğu batı mücadelesi değişik milletlerin şahsında devam etmiştir. Nitekim M.Ö yollarda İran-Yunan savaşları Büyük İskender'in şahsında batının zaferi ile sonuçlanmış. Roma İmparatorluğu hemen bütün Yakındoğu ve Mısır'a hâkim olmuştur. IV. Yıl yılda başlayan Bizans- Sasani mücadelesi de yine batı dünyasının lehinde sonuçlanmıştır. VII. Y.yılda İslamiyet’in zuhurundan sonra Hulefâ-i Râşidin, Emevi ve Abbasiler dönemlerinde Bizans gerilemiş ve Tarsus’tan Erzurum'a kadar uzanan Munzur, Karasu-Aras sıradağları boyunca uzanan dağlar, tarafların yüzyıllarca sınırı olarak zaman zaman el değiştirmiştir. X. yüzyılda Bizans, tarihinin en parlak dönemlerinden birisini yaşamış ve kuzey Suriye'yi kontrolü altında bulundurmuştur. XI. yüzyılda Bizans, Roma İmparatorluğunun vârisi olarak İslâm dünyasını tehdit etmeye devam etmiş ise de gerek Balkanlarda ve gerekse doğuda görülen Türk akınları İmparatorluk için tehdit unsuru olmuştur. 1049 tarihinde reisleri Kengenis'in idaresindeki Balkanlar'a giren Peçenekler durdurulmamış ve yapılan antlaşma ile Peçenekler1'in Balkanlar'da yerleşmelerine ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak kabul edilmelerine İmparator razı olmuştur. Aynı tarihlerde doğudaki Türk akınları yoğunlaşmış, İbrahim YINAL idaresindeki Türk kuvvetleri Anadolu sınırlarını zorlamış ve bu cephede Hasan kale savaşını kazanmışlardır.
Malazgirt zaferinin bir diğer özelliği de, M.Ö. IV. Y.yıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında hüküm süren Roma'nın doğudaki mirasçısı Bizans'ın genç Selçuklu devleti karşısında bir gün içerisinde perişan olması, başta imparator olmak üzere maiyetinde bulunanlardan hemen birçoğunun esir edilmesi hadisesidir. Zaferin kazanılmasında etkili olan birçok faktörler arasında bahsi geçen yüzyılda Bizans'ın Anadolu üzerindeki malî, dinî ve sosyal politikası da olmalıdır.
Türklerin Bizans'tan kılıç hakkı olarak devre aldıkları ve fetihten bir müddet sonra doğulu ve batılı tarihçilere "Turkia" diye kaydettirecek ölçüde damgalarını vurdukları Anadolu'daki Bizans yönetiminin de bunda payı vardır. Bizans İmparatorluğunun gerek parlak ve gerekse kargaşa dönemlerinde Anadolu bir türlü huzura kavuşamamıştır." Bundan Bizans'ın Sasaniler ve Araplarla daima mücadele halinde olması ve Türklerle de sınır komşusu olması etkili olmuştur. Bütün bunların yanında, Bizans'ın Anadolu'ya bakışı da bu hususta önemli ölçüde rol oynamıştır. Anadolu' da büyük toprak sahiplerinin daha az toprağı olan köylü ve askerlerin topraklarını çeşitli yollarla ellerine geçirmeleri sonucu yerli halk, ülke savunmasına ilgi duymaz, hatta adil ve hoşgörülü Türk idaresini Bizans'a tercih eder hale gelmiştir. Tıpkı Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethi sırasında yerli Rum halkının "Osmanlı"nın sarığını Papa'nın haçına tercih ettikleri gibi... "Bizans İmparatorları bunun çözümünü, Anadolu'nun savunulmasında gerekli olan orduyu Anadolulu olmayan, Peçenek, Uz. Slav, Norman v.b. unsurları kullanmada aramıştır. Ayrıca dinî ve millî menfaatleri yönünden bir türlü güvenemedikleri Ermeni ve Süryaniler'e de daha önce vermiş oldukları kısmî imtiyazları kaldırmışlardır. Öyle ki, Türk fethi arafesinde Bizans âdeta kendi idaresi altındaki ücretli askerleriyle Anadolu'yu yeniden istila ederek, merkezi otoriteyi güçlendirmek istemiştir. İşte Bizans'ın bu yanlış politikası Anadolu'nun Türkler tarafından fethini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bu maksatla Bizans'ın Doğu ve Güneydoğu'daki Ermeni ve Süryanileri orta ve Güney Anadolu'ya kaydırma politikası da şark Hıristiyanlarının tepkisine yol açmıştır. Yerli kaynaklar meseleyi dinî ve millî açıdan ele alarak Bizans'ın bu politikasını şiddetle yermişler ve Anadolu’nun Türkler tarafından fethinin sorumluluğunu Bizans'a yüklemişlerdir. Bizans'ın bu tutumu şark Hıristiyanlar arasında "Rum-Ortodoks" düşmanlığını ortak bir inanç haline getirmiştir. Çünkü bahsi geçen dönemde İstanbul patriğinin farklı mezhebe inanan Ermeni ve Süryanileri Ortodoks olmaya zorlaması, İmparatorlarında desteklemeleri yerli halkı yer yer isyana ve ümitsizliğe sevk etmiştir.
Nitekim o dönem tarihçilerinden Urfalı Mateos' un Bizans için kullanmış olduğu şu ifade görüşümüzü doğrulamaktadır. "İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti. Milletimizi tahrip edip, Türklerin iktidarını kolaylaştırdı" ifadesini kullanmaktadır. Bizans İmparatorlarının şark Hıristiyanlarına karşı tutumunu Süryani Mihaelde şöyle ifade etmektedir:"Bu devirde Rumlar milletimize zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir emirname ile bizi batıl mezheplerini kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe yok etmeğe uğraşıyorlardı. İstanbul (Ortodoks) Patriği kiliselerimizde bulunan kutsal din kitaplarımızı (Ortodokslukla ilgili olmayan din kitaplarını) yaktırdı".
Ücretli Bizans ordusunun donanımı ve savaş taktikleri de Bizans'ın savaşı kaybetmesinde etkili olmuştur. Çünkü Türklerin hafif süvari birlikleri ile vur-kaç taktiği karşısında Bizans'ın manevra kabiliyetinden mahrum zırhlı birlikleri tam bir tezat teşkil etmektedir. Genellikle bu birlikler savunulması kolay merkezlerde toplanmışlar ve halktan da destek görmedikleri için Türk akınları karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Bizans'ın Anadolu politikası hakkında Azerbaycan ve Anadolu' da hareket halinde bulunan Türkmen beylerinin Sultan Alparslan'a vermiş oldukları bilgiler de güvenilir kaynaklardır. Daha Selçuklu Devlet kurulmadan önce Çağrı Bey, 1018 yılında 300 kişilik bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı aşarak Anadolu'ya girmişti. O Azerbaycan ve Doğu Anadolu şehirlerine karşı yaptığı akınlardan sonra yani bir keşif veya yurt arama seferi sonunda Buhara yöresindeki kardeşi Tuğrul Bey'in yanına dönmüştür. Çağrı Bey kardeşine vermiş olduğu bilgiler arasında şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. "Bu ülkede (Anadolu) bize karşı koyabilecek bir kuvvete rastlamadım" Sözleri o sırada Anadolu'daki Bizans idaresinin içerisinde bulunduğu durumu ifade etmesi bakımından önemlidir. Bu konudaki diğer kayıtlar da, savaş öncesinde Anadolu'ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Beğ'i Bekçioğlu Afşin ile Selçuklu şehzadelerinden Kurtalmış’in Anadolu akınlarının neticeleri hakkında Sultan Alparslan’a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki bilgiler Urfalı Mateo ve Süryani Mihael’in Bizans hakkındaki görüşlerini doğrulamaktadır. Türkmen beyleri de Bizans ordusu için "Bizanslılar savaş kabiliyetinden mahrum, kadınlaşmış insanlar" ifadesini kullanmışlardır.
Selçuklu Devletinin kurulmasından Malazgirt Savaşına kadar geçen 30 yıllık süre içerisinde (1040–1071) Türkmenler, başlarında irsî Türkmen beyleri veya Selçuklu Şehzadelerinin yönetiminde Anadolu hudutlarına girmişlerdir. Selçuklu Devletinin kuruluşundan hemen sonra ortaya çıkan "Türkmen Meselesi"ne çözüm bulmak için Sirderya ötesinden dalgalar halinde gelen atlı-göçebe Türkmen unsurlarına Azerbaycan ve Anadolu sınırlarına göndermek suretiyle iç ve dış politikalarına uygun düşen bir yol izlemişlerdir. Malazgirt zaferi öncesi Anadolu akınları sırasında Azerbaycan önemli bir askeri üs vazifesi görmüştür. Selçuklu dönem güvenilir kaynaklarından el-Hüseyni’deki kayıtlara göre, Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan'a girdiği zaman irsi Türkmen beylerinden Tuğ-Tekin ile karşılaşmıştır. Tuğ-Tekin Sultana Anadolu hakkında bilgiler vermiş ve sultanın yanında sefere katılmıştır. 1040–1071 yılları arasında Türkler için önceleri sadece Azerbaycan hareket merkezi iken, Malazgirt Zaferi öncesi, başta Ahlât olmak üzere bazı Anadolu şehirleri Türk akıncılarının hareket merkezi olmuştur. Bu akıncı Türkler Bizans'ın karşı harekâtı sırasında Ahlât veya Azerbaycan'a geri çekiliyorlardı. Ancak hadiseler dikkatle incelendiği takdirde zamanın Bizans'ın aleyhine işlediği görülüyor. Bizans'ın karşı harekâtı söz konusu olduğunda artık Türk kuvvetleri Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle de tehlikeyi atlatabiliyorlardı.
Malazgirt Zaferi ile Bizans'ın mukaveti kırılıp, Türk kuvvetleri karşısında duracak gücü kalmayınca, Türkler açısından Anadolu'da yayılma ve yerleşme devri başlar. Bu yerleşme öyle kesin ve ani olmuştur ki, o zamana kadar uzun tarihi içerisinde birçok kavim ve medeniyetlere sahne olan Anadolu'nun etnik ve kültürel yapısı 1071 yılı sonrası olduğu gibi kesin değişikliğe uğramamıştır. Bazı batılı araştırmacıların ve çevrelerin anlayamadığı daha doğrusu kabullenemediği husus işte bu değişmedir. Bunun kolayca anlaşılabilmesi için 1071 sonrası Anadolu'ya yapılan muhaceret ve iskan hadisesinin araştırılması gerekmektedir. Bu yapılamadığı sürece, Anadolu'nun Türkleşme ve vatan olma hadisesi yanlış ve eksik değerlendirmelere maruz kalacaktır. Oysaki, Selçuklu Devletinin kurulmasından itibaren Horasan' dan Anadolu'ya doğru daha emin ve uygun yurtlar bulmak maksadıyla yapılan akınlara bir bakıma bir nüfus kaymasıdır. Çünkü gelen bu insanlar aileleri ve servetleri ile geliyorlardı. Malazgirt zaferi sonrası Anadolu'ya yapılan Türk akınları hakkında Ermeni, Gürcü, Süryani ve Bizans kaynaklarında birçok kayıtlar mevcuttur. Denilebilir ki, Malazgirt zaferinin Bizans için en ağır neticesi; o zamana kadar Anadolu'yu Türk akınlarına karşı savunan müdafaa sisteminin yıkılması ve ordusunun dağılmasıdır.
Malazgirt meydan muharebesine çağdaş İslâm kaynaklarından İbnü-l-Esîr olmak üzere "İbnü'l-Kalânisi, İbnü'l-Ezrak, îbnü’l Cevzî, Bundari, Sıbt İbnü'l-Cevzi, İbnü'l-Devadâri, Ahbârü'd-devleti's-Selçukiyle, Reşidü'd-Din Fazlullah, Aksaraylı Kerümiddin Mahmud, Hamdullah-i Müstev-fi. Mirhond" gibi kaynaklar meydan muharebesine büyük ölçüde yer verdikleri halde Bizans ve Yunan kaynakları susmayı tercih etmişlerdir. Bir diğer husus, batıda sayıca çok olan Bizans Tarihi mütehassıslarının, Bizans tarihi için bir dönüm noktası olan bu çok önemli konuyu ihmal etmiş olmalarıdır. Gerek bahsi geçen kaynaklar ve gerekse yapılan tetkikler "Haçlı Seferleri" söz konusu olunca meseleyi derinliğine ele alarak incelemişlerdir. Büyük Türk zaferi hakkında Bizans-Grek kaynaklarından Skylitzes ve Attaliates eserlerinde kısmen yer vermişlerdir. XVIII. yüzyılda Batı Avrupa’da XIX. yüzyılda da Rusya'da Bizans tarihi tetkikleri gelişerek bu sahadan mühim eserler verilmiştir. Alman tarihçisi A.Gförer'in Byzantinische Geschicten (Bizans tarihleri) adlı üç ciltlik eserinde Malazgirt zaferine yer verilmiştir. Bahsi geçen yüzyıllarda Rusya kendisini Bizans'ın varisi ve halefi olarak görüyordu. Bu hedefe ulaşmak için İstanbul'un alınması ilk hedef kabul edilmişti. Bu maksatla da Rusya'da Bizans tetkiklerine ağırlık verilmişti. Bu çalışmalara merkez olarak İstanbul da kurulan "Rus Arkeoloji Enstitüsü" seçilmişti. Enstitünün yöneticiliğine tanınmış Bizans tarihçisi Feodor İ. Uspenksky getirilmiştir. Uspenksky'nin hazırlamış olduğu üç ciltlik Bizans tarihi Malazgirt zaferine en fazla yer veren eserler arasında yer almaktadır. Olayların tarafsız bir gözle birinci elden kaynaklara göre değerlendirmesi eserin önemini artırmaktadır. Uspensky'e göre Bizansın mağlup olmasının en önemli nedeni, İmparatorluğun şark Hıristiyanlarına karşı tutumudur. Ayrıca, Bizans ordusunda ücretli asker olarak bulunan Peçenek-Uz ve diğer Türk orjinli askerlerin savaş öncesi Türk tarafına geçmesi de savaşın kaderi üzerinde etkili olmuştur. Yine bu konuya çalışmalarında yer veren tanınmış Bizans tarihçilerinden A.Vasiliev ve Gerog Ostrogısky'yi zikredebiliriz.
Fransız bizantinistlerinden Louis Brehier ise eserinde Malazgirt muharebesine çok az yer vermiştir. Fransız müsteşriklerinden olup, Selçuklu tarihi üzerindeki Araştırmalarıyla yakından tanıdığımız, eserleri ve makaleleri dilimize çevrilmiş olan Claud CAHEN, İslâm kaynaklarından istifade ederek objektif değerlendirmeler yapabilmiştir.
MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ VE ALPARSLAN'IN HARP STRATEJİSİ
Bundan tam 917 yıl önce 26 Ağustos 1071 Cuma günü, Malazgirt ovasında Türk ve Dünya tarihinin kesin neticeli ve iz bırakmış meydan muharebelerinden birisi yapılmıştır.
Türk tarihi açısından bir dönüm noktası olan bu zafer Anadolu'nun, Türklere yeni bir yurt olma imkanını sağlamış, Türkün damgasını yer, yer vurmasını kolaylaştırmıştır.
Bu zaferle, Türkün yiğitliği, civanmertliği ve insanlığı kanını ve canını, gerektiğinde çok daha kuvvetli ordulara karşı durarak vermekten çekinmemiş, milli şeref ve haysiyetini, manevi değerlerini her şeyin üstünde tutmasını bilmiş, onları düşmana asla çiğnetmemiştir. Gelecek nesillere şerefle yad edecekleri, iftiharla anlatacakları bir zafer hediye etmişlerdir.
Malazgirt zaferinin çok yönlü olarak incelemek, bu zaferin yeni nesillere aktarılması için zaman, zaman değerli bilim adamlarımız tarafından çalışmalar yapılarak zaferin daima canlı tutulmasına çalışmak milli bir görev telakki edilmesi lazımdır. Bu maksatla bizler de bir nebze olsun bu görevi yerine getirmek için gayret sarf etmekteyiz. Ancak zaferin çok yönlü anlatılmasından ziyade, olayın oluşunu, kuvvetlerin durumu ve savaşın stratejisini anlatmaya çalışacağız.
Selçuklu orduları Anadolu'ya girmeye başladıklarında karşılarında o zamanın ünlü devleti Bizans bulunuyordu. Bu İmparatorluğun dışarıdan çok heybetli güçlü görünüşü altında çeşitli sebeplerden içten zayıflamış, güçlükle ayakta kalmaya, var gücüyle çalışmıştı. Konuyu daha iyi anlayabilmek için şüphesiz, 1071 yılı öncelerine gitmekte fayda vardır. Bu iki kuvvetin durumunu incelediğimiz zaman Bizans Konstantin 1067 yılında ölmüş, çocuklar küçük yaşta bulunduğundan onların adına kraliçe Eudoxia yönetimi ele almıştı. Kraliçenin idaresinden memnun olmayanların derhal harekete geçmesine ve çeşitli entrikalar çevirmelerine yol açmıştı. Durumu kritikleşen kraliçe 1068 yılında, değer verdiği ve beğendiği komutanlarından Romanos diagenos'u kocalığa seçmiş ve tahtın başına geçirmiştir. Ancak zaman yeni imparatorun aleyhine çalışmış, İslamiyet’i seçen Oğuz'lar İslam dininin hamisi olmuş, İslamiyet’i yayma ve yeni fetihler için gözlerini Anadolu'ya çevirmişlerdir. Bu tehlike yeni imparatorun, bazı tedbirler almaya sevk etmiş, aksi takdirde çok vahim durumların ortaya çıkaracağını tahmin etmişti.
Alınan tedbirler arasında, derhal bir Anadolu seferi yapılması da düşünülmüştür. Bunun gerçekleştirilmesi için derhal büyük bir ordu toplamaya başlamıştır. Makedonya, Trakya ve Yunanistan kuvvetleri yanında Anadolu'da, Kapadokya ve Frigya bölgelerindeki vatandaşlarını silah altına çağırmıştı. Bütün bunlara ilaveten. Kümelideki Uz (Oğuz) ve Peçenek Türklerini, Frank, Germen, İskandinav İtalyan ve Normen'lerden paralı askerlerde temin etmeye çalışmıştır. Neticede 100.000 piyade ve bir o kadar süvari toplamayı başarmıştır. Buna daha sonra Nikephoros Basilikes'in kuvvetlerinde katılınca çok güçlü bir ordu ortaya çıkmıştır.
Bizans İmparatoru Türkleri Anadolu'dan atmanın güçlüğünü gayet iyi bildiğinden bu ordunun yeterli olmayacağı düşüncesiyle sefer boyunca da bazı kuvvetleri emri altına alarak daha da güçlü durumu geçmeye çalışmıştır. Ancak, Kuvvetlerinin tam ve kesin bir rakamını vermek mümkün değildir. Yine de kaynaklardan bu rakamın 150.-000 nin üstünde olduğunda hemfikir oldukları görülmektedir.
Bizans ordusunun sayıca üstünlüğüne rağmen bazı zayıf noktalarını görememiştir. Bu zayıf noktaları arasında;
1- Bizans ordusunun karışık ve kozmopolit olması,
2- Ordusunun disiplinden yoksun bulunması,
3- Bizans İmparatorunun başa geçtikten sonra bazı komutanları tasfiye etmesi,
4- Ordunun maddi ve manevi bir çöküntü içinde bulunması,
5- Komutanlar arasında çekememezlik ve büyük bir rekabetin bulunması ve birbirlerine entrikalar çevirmeleri,
6- Ordunun iyi idare ve şevkten yoksun olması, organize bozukluğunun bulunması.
7- Türk ve Bizans ordularının savaş düzenlerinin ve taktiklerinin farklı olması
Yukarıda belirttiğimiz gibi Bizans ordusu sayı itibarı ile kabarık olmasına karşı Türk ordusunun miktarına gelince, Alparslan'ın halep dönüşü yanında 4000 gulan askeri, 10.000 gönüllü, 15.000 hassa askeri, Malazgirt'in kuzeyinde katılan birliklerin sayısı, 20.000 Ahlat'ta katılanların sayısı, 20.000 olmak üzere toplam 64.000 olduğu ancak bazı kaynaklarda bu sayının 50.000 civarında bulunduğu belirtilmektedir.
Türk ordusunun sayıca az olmasına rağmen bazı avantajlarının bulunduğu görülmektedir. Bu avantajlara baktığımızda:
1- Türk ordusunun yalnız Türklerden Kurulu olması
2- Ordunun tamamına yakın süvarilerden teşkil olması
3- Çok değerli bir komutan kadrosuna sahip olması.
4- Ordusunda intizam, nizam ve disiplini olması.
5- Sevk ve idare kabiliyeti çok üstün komutanlar arasında Bizans ordusunda olduğu gibi rekabet ve anlaşmazlığın olmaması.
Bizans İmparatoru bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1068 yılında İstanbul’dan hareketle Kayseri'ye kadar hiç zorlukla karşılaşmadan gelmiş, kendisine güveni artmıştı. Bu arada, Türk kuvvetlerinin Azerbaycan’da olacağı düşüncesi, aldığı bir haberle alt üst olmuştu. Çünkü Türk kuvvetleri Niksar yakınlarında görülmüş ve İmparatora bildirmişti.
İmparator derhal Sivas'a hareket etmiş, Türk birliklerine darbeler vurmak istemişti. Ancak Türk birlikleri kendilerini fazla yıpratmamak için kısımlara geri çekilmişlerdi. İmparator bunu birliklerinin kaçtıklarına yorumlamış ve Maras bölgesine dönmüştü. Bu bölgeleri itaat altına aldıktan sonra daha güneye Halep istikametine yönelmişti. Haleb'i de itaat altına almış ancak Türk kuvvetleri ordusunu rahat bırakmamış, vur-kaç taktiğiyle onu yıpratmaya başlamıştı. İmparator bunun üzerine daha fazla kayıp vermemek ve daha büyük kuvvetler ile seneye yeniden sefere çıkmak için. İstanbul'a geri dönmeyi uygun bulmuştu.
1069 yılında Selçuklu şehzadeleri eşliğinde, Afşin, Atsız, Çavlı, Arslantaş, Dilmaçoğlu Mehmet, Sanduk ve diğer Komutanlar Bizans ordularına karşı harekete geçmişlerdir. İmparator yine bu hareketleri durdurabilmek için sefere karar vermiş, Kayseri üzerinden Malatya ve Harputa kadar bazı başarılar elde ederek gelebilmiştir. Türk birlikleri Fıratın doğusuna çekilmiş, onunla büyük çatışmalara girmekten kaçınmıştı. İmparator bunu Türk birliklerinin korktuğuna ve kaçtığına yorumlayarak takiben karar vermişti. Aslında İmparatorun asıl gayesi; hareket Üssü Ahlât’ı ele geçirmek, doğuda kaybettiği kaleleri geri almak, en önemlisi Türkleri Anadolu'dan atmaktı. Ancak bunları uygulamaya fırsat bulmadan, Harputtan hareket etmeden, Malatya civarlarında Türk kuvvetlerinin Ermeni Komutan Fleratos idaresindeki Bizans ordu birliklerin mağlup ettiğini öğrenmiş; Palu üzerinden geri dönmek zorunda kalmıştı.
Bizans ordusundaki bu geri dönüşler ve bilhassa Türk birliklerinin sürekli olarak vur-kaç taktiği ile Bizans ordusu taciz etmeleri, bunlarda moral ve disiplin bırakmamıştı. Artık seferlerden usanmışlar ve bir an önce İstanbul'a geri dönme arzuları artmıştı. Bu dönüşte pek kolay olmamıştı. Çünkü Türk ordusunun süvari birlikleri ile hantal ve hareket kabiliyeti az Bizans Ordusuna kayıplar verdirmesi, geriye dönmelerini zorlaştırmıştı. Bizanssın flanj gruplarına, Türk süvarileri baskın akın-imha taktiği ile başarılı neticeler almışlar ve ileride Malazgirt Muharebesine tecrübe kazanmışlardır. Bilhassa yanıltıcı ve sahte çekilme hareketleri, pusuda bekleyen birlikler ile desteklenmiş "Kapan Taktiği", Bozkır Taktiği" gibi imha hareketleri harp oyunlarında devamlı denenen taktikler pek çok muharebelerde başarı kazanmalarına büyük fayda temin etmişti. Ancak bütün bu taktikleri Bizans İmparatorunun ve komuta heyetinin bilmemesi ve ders almamaları onların sonunu hazırlamaya yetmiştir.
1070 yılında Bizans İmparatoru her yıl olduğu gibi Anadolu seferini yeniden düzenlemiştir. En güvendiği komutanları da yanına alan İmparator, İznik, Adapazarı, Yozgat, Kayseri. Sivas yolu ile bölgede ağırlığını koymaya çalışmıştır.
İmparatorun bu seferi sırasında ünlü Komutanlarından Nikefor Briyennos, Magıratörs, Tarkhan eşlik etmişler ve İmparatorlarının hayallerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. İmparator bu seferde ise; öncelikle stratejik önemi bulunan Ahlât’ı ve Malazgirt'i almak istemişti. Bunun gerçekleşmesi için harekete geçmek istemesine, komutanları karşı çıkmıştı. Hâlbuki İmparator hareketin tam zamanı olduğuna karar vermişti. Çünkü aldığı habere göre Alparslan panik içinde olduğu ve birliklerinin dağıldığı bildirilmişti.
Komutanların bir kısmı yine de ihtiyatı elden bırakmamak için Alparslan'ın ordularını Sivas'ta, Erzurum ovasında veya Pasinler ovasında karşılamalarını istemişti. Nikefor Briyennos'un ısrarına rağmen İmparator kendi fikrinin geçerli olmamasını sağlamıştı. İmparator bu maksatla Ursel ve Boyyol komutasında bir öncü birliği Ahlâttan gelecek tehlikeyi önlemek üzere hemen harekete geçirmiş, kendisi ise Malazgirt'i almak için yola çıkmıştı. Bu arada Nikephoros Basilikas birliklerinde kendisine katılması ile daha da güçlenmiş ve kısa zamanda Malazgirt'i ele geçirmiştir. Ancak kendisine teslim olan asker sivil halkı tamamen kılıçtan geçirerek Türklere gözdağı vermek istemiştir. Aslında Türk birlikleri Ahlâtın stratejik önemi dolayısıyla Malazgirt'te az bırakılmıştı. Bu durum İmparatora kolay bir zafer kazanmasına yardımcı olmuştu.
Bu sırada Alparslan ise Suriye Seferinde bulunuyordu. Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya girmiş Malazgirt’i ele geçirmiş, Bitlis üzerinden Diyarbakır'a ve oradan da Urfa'ya yürümüştü. Urfa kuşatması 50 gün sürmüş neticede burayı almaktan vazgeçmiş ve Şam'a hareket etmiştir. Burada Bizans İmparatorunun Anadolu’ya girdiğini Türkleri Anadolu'dan atacağının haberini almıştı. Ayrıca kendisine gelen Bizans elçisinin de Alparslan'a karşı saygısızca davranıp Ahlat ve Malazgirt'i geri istediği görülmüştü.
Alparslan durumu kritik olduğunu anlamış, elçinin isteği kabul edilmemiş ve derhal geri dönme hazırlıklarına başlamıştı. Bunun Bizans ordusu ile çarpışmanın kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştı.
Alparslan ağırlıklarını bırakmış süvarilerden teşkil olunmuş çevik, hareket kabiliyeti üstün birlikleri ile geriye dönmeye başlamıştır. Güney seferini ise oğlu Melikşah'a bırakmıştır. Melikşah Halep emin mirdasoğlu Mahmut İle Suriye seferini sürdürürken Alparslan 27 Nisan 1071 de Fırat nehrini geçmeye çalışmış, ancak atlarının ve süvarilerinin pek çoğunu boğulmaktan kurtaramamıştır. Az bir kuvvetle Van bölgesi üzerinden Azerbaycan'a gelmeye muvaffak olması o günün şartlarında çok büyük bir başarı elde etmesini sağlamıştır.
Bu haberi alan Bizans İmparatoru inanmak istememiş ise de tedbirleri almaktan geri kalmamıştır. Çünkü gerçeği Alparslan’ın Hoy'u merkez edinmesi, 4000 gulam ve 10.000 kişilik süvari ve ayrıca yolda katılanlar ile 40.000 kişilik bir ordunun Ahlât’a geçtiğini haber alması ile görmüştü.
Alparslan bütün bu faaliyetleri yürütürken düşmana açık vermemeye ve onları yanılmaya çalışmıştır. Böylece isabetli kararlar almalarını gayet sükûnetli ve intizam içinde yürütmeye çalışmış, önemli stratejik noktaları tutmaya başlamıştı. Bilhassa Malazgirt ovasının önemini bilmesi hazırlıklarını o yöne kaydırmasına ve tedbirler almasına yetmişti. Alparslan iyi bir stratejik uzmanı ve her şeyi planlı yürüten usta bir komutan olduğunu her çıktığı seferde ispat etmiş, kararlarında çok isabetli olduğunu göstermiştir. Nitekim askeri birliklerinin süvarilerden kurulu oluşu sebebiyle stratejik önemi bugün bile olan Murat yolunu seçmesi, atlarına su ve ot bulmasıyla doğru orantılı idi. Şüphesiz bunda Alparslan'ın coğrafya bilgisininse iyi olmasının yararları olmuştur. Bu hususta Malazgirt'in doğusundaki bölgenin kuzeyinde, gerisinde, Sarp Katavin dağlarını Murat suyunun kestiğini. Güneyde; Süphan dağlarının Sarp yamaçlarında, Grakül ve Ziyaret tepenin sahaya hakim olduğunu, dağların Malazgirt ovasını bir hilal gibi kavradığını gayet iyi bildiğini, bunun yanında tecrübeli Komutanlarından, devamlı bilgiler aldığını söylemek mümkündür. Bu bilgiler ışığında Malazgirt'te Bizans’sa güzel bir tuzak kurması stratejiyi çok iyi bilen usta bir komutan olduğunun açık bir örneğidir.
Alparslan ara sıra bölgeye keşif kolları göndermiş Bizans ordusu hakkında devamlı bilgi almıştır. Böyle bir keşifte 23 Ağustos günü gerçekleşirken, Basilikos komutasındaki bir Bizans birliği hezimete uğratılmış komutanları esir edilmiştir.
24 Ağustos günü ise, Ahlât’ın önemine binaen, Bizans İmparatoru Komutanlarından Nikefor Bri-yennos'u kuşatmaya göndermiş, ancak bu da Emir Sanduk komutasındaki birliklere yenilemekten kurtulamamıştır. Arkasından komutanlarından Basilikas'm esir düşmesi ve hazimete uğraması, Bizans İmparatorunun morali tamamen bozulmuştur.
İmparator daha sonra Zayve (Zeho) ovasına indiğinde ise, tepelerin Türk askerleri tarafından tutulduğunu görmesi, buda yetmiyormuş gibi, Bizans ordusundaki Türk birliklerinin Alparslan tarafına geçmesi onu çileden çıkarmaya yetmişti. Bu kızgınlık için de Alparslan'ın elçisi Emir Savtekin'e hakaret etmiş, barış teklifini reddetmiştir.
Alparslan, bütün bu olacakları tahmin etmiş, önceden Zeho ovasına karargâhını kurmuştu. (Selekütlü köyü civarı) Grakül tepede ise meşhur nutkunu atmış milli ve manevi şuuru en yüksek düzeyde tutmasını bilmiştir.
25 Ağustos günü ise Alparslan ön hazırlıklarını yapmaya devam etmiş, düşmanın son durumu hakkında bilgiler almış, Bizans ordusunun moralini bozmak için, gündüzleri uzaktan ok atışları, geceleri ise naralar ile ordugâhlarına dalışlar yaptıkları görülmüştür.
Yine bu tarihte Alparslan ve Romanos Diogenes harp meclislerim toplamış, değerlendirmelerini yaparak, harp planını açıklamışlardır.
BİZANS PLANI
Selçuklu ordusu üzerine direk olarak yürünecek bir meydan harbi verilecek. Ordu tahkimat bölgesinde tutulacak, kuşatma ile Türk ordusunun yolları kesilecek, yiyecek sıkıntısı için mahsuller yakılacaktı. Bizans İmparatoru, kendisine ve ordusuna pek güvenmesi sebebiyle birinci görüşü uygulamaya karar vermişti.
TÜRK PLÂNI
Birinci Safha: Bizzat Alp Arslan'ın komuta ettiği geniş çevrede yer almış merkez kuvvetleri cepheden Bizans ordusu üzerine gidecek, tahrikler ile Bizans birlikleri Merkeze çekilecekti. Belirli bir mesafeye kadar girmelerine müsaade edilecek. Türk birlikleri pusudaki yerlerinden çıkmayacaklar.
İkinci Safha: Bizans Ordusu taarruza geçtikten sonra zamanı gelince pusudaki birlikler kanat ve yanlarına. Merkez kuvvetleri de cepheden taarruz edecek.
Üçüncü Safha: Bizans ordusunda görülecek bir gevşeme hareketi, geri de ihtiyatta saklı tutulan dördüncü kuvvet, ordugâh yönünde Bizans ordusunun gerilerine saldıracak ve çift taraflı kuşatma ile düşman birlikleri imha edilecekti.
Her iki tarafta uygulanacak planı son defa gözden geçirdikten sonra, çevre yeniden gözden geçirilmiş, son hazırlıklarını yapmıştı. Türk tarafı ayrıca, en son sınırlarını ziyaret tepe (Grabudo Tepesi), Grakül Tepe, Selekütlü köyü ve Karahan köyü olarak tespit etmişti.
26 Ağustos, önemli gün gelip çatmıştı. Her iki ordu da savaş düzenini almıştı. Buna göre;
TÜRK KUVVETLERİNİN SAVAŞ DÜZENİ
İslam ve Bizans Kaynaklarında Türk birlikleri Sağ-Sol-Merkez ve ihtiyat olarak gösterilmiş, ancak bu birliklerin hangi komutanlar tarafından sevk ve idare edildiği hakkında kesin bilgiler verilmemiştir. Şüphesiz bu komutanların sevk ve idare kabiliyetlerini, ileri tarihlerde her birinin bir beylik veya devlet kuracak güçte kişiler olduklarını söylersek, bunun pekte önemli olmadığını belirtmiş oluruz. Bunların isimleri verilmek istenirse, Yaku-ti, Kutaşmış oğulları (Süleyman ve Mansur, Sev-Tekin, Afşin, Gevheri Ayin, Sanduk, Tarankoğlu, Aytekin, Ahmet Şah, Dilmaçoğlu, Artuk, Danişmend, Mengüçek, Çavlı, Porsuk, Tutak, Altuntaş, Atsız. Aksungur ve Bozam Önde gelen isimler olmuştur.
Bu muharebeyi Türk tarafında, Urfalı Meteosun vakayinamesinde, Süleyman Şah'ın idare ettiği belirtilmiş ise de pek çok kaynak, savaşın bizzat Alparslan'ın sevk ve idare ettiği hususunda hem fikirdirler.
Savaş düzeni gereği ihtiyattaki Türk birlikleri Tarankoğlu komutasında, tepelerin arkasında pusuda bırakılmış emir almadıkça yerlerinden oymamamaları, ancak zamanı gelince pusudan çıkıp düşmanı önce ok yağmuruna sonra da imha etmeleri emredilmişti.
BİZANS KUVVETLERİNİN SAVAŞ DÜZENİ
Malazgirt' in doğusunda düzgün, peş peşe saflar sıkışık kare nizamına göre dizilmiş olan Bizans ordusunu da Sağ-Sol-Merkez ve ihtiyatlar olarak düzenlenmişlerdir. Bu nizamda; Merkez de İmparator. Sol kanatta Rumeli birlikleri komutanı, Nikephoros Briyennos, Sağ kanatta Anadolu birlikleri komutanı, Kapadokyalı Attaliates, ihtiyat kuvvetlerinin başında ise Andririkos Ducor bulunması planlanmıştı. Yukarda belirtilen plân gereği birlikler savaş düzenine girmeden önce her iki orduda dualar etmiş, papazlar ayin düzenlerken, Türk birlikleri topluca cuma namazını kılmışlar ve konuşmalar ile heyecan had safhaya çıkarılmıştı. Bu maksatla Alparslan namazda yaptığı duada, Allah'a en içten yalvarış ve yakarışla "Tanrım niyetim halistir. Bana yardım et. Şayet sözlerimde hilaf varsa beni kahret". Sözleri ile inancının gereğini yapmıştır. Alparslan bundan sonra atımın kuyruğunu bir gelenek olarak kendi eliyle bağlamış, ok ve yayını atıp, kılıç ve gürzünü alarak ordusunun başında yerini almıştır. Merkez kuvvetlerinin başında düşman birliklerine şiddetli bir şekilde hücum etmiş süvarilerinin attıkları oklar ile Bizans ordusunun ön safları dağılmış büyük bir şok ile gerilemeye başlamışlardır. Diyojen bu durum karşısında büyük bir endişeye kapılmış, tarihi büyük hatasını yaparak asıl kuvvetlerini harp sahasına sürmüştür. Bu Alparslan’ın beklediği bir netice olarak planın diğer kısımı icabı gayet cesur çarpışmalar ile Bizans'a karşı konulmaya çalışılmış. Neticede yeniliyormuş izlenimini vermek suretiyle geri çekilmeye başlanılmıştır. Bu sahte ricatten imparator hiç bir şekilde şüphelenmemiş, Türk ordusunun tamamen imha edilme zamanını geldiğine kanaat ederek, büyük güçleriyle saldırıyı sürdürmüştür. Ancak Alparslan, ricat ettiğini pusu bölgesine Bizans birliklerini yeterince çektikten sonra, derhal hücum emriyle değiştirmek suretiyle düşmanı şaşırtmıştır. Romanos Diogenes bunun üzerine geride kalan birliklerimde anlamış, müthiş bir şekilde ok atışlarıyla düşmanı çembere almaya çalışmıştır. "Kaptan taktiği olarak bilinen bu usulde düşman pusuya düştüğünü anlamış, çemberi yarıp çıkmak için savaş düzeninin tamamen bozmuş ve tam bir panik içinde kalmıştır. Ancak esas panik, Rumeli Türk birliklerinin komutanları Tamiş ile birlikte Alparslan birliklerine katılmaları sebebiyet vermiştir. Bu durumda Bizans ordusu tam bir umutsuzluğa düşmüştür. (21). İmparator durumun kendi aleyhine devam ettiğini görmüş, Malazgirt'i terk etmeye karar vermiş, ancak buna fırsat bulunmamıştır. Tek çarenin çarpışmak olduğunu anlamış, bütün gücüyle harbe devam etmiştir. Bu arada ihtiyat kuvvetleri ve komutanları Andranikos dukas da dâhil tam bir panik içinde ricate başlamıştır. İmparator çok iyi çarpışmasına rağmen atının ve kendisinin yaralanması, atından düşmesi sonucu öldürülmek istenmişse de, İmparator olduğumu anlayan bir asker tarafından esir edilmiştir. Bu arada pek çok esir edilen komutan ile birlikte, zincirli olarak Alp Arslan'ın huzuruna getirilmiştir. Bizans ordusu 6 saat içinde tamamen çökertilmiştir. İmparatorun yapacak bir şeyi kalmamış kaderine razı ölüm emrini beklemiş, ancak Alp Arslan'ın lütfuna mazhar olmuş sulh imzalayarak memleketine dönmüştür. 27 Ağustos günü tamamen imha edilmiş, kalanlar ise esir düşmüş olan Bizans ordusu Türkler için, artık bir tehlike olmaktan çıkmış, Anadolu kapıları ise Türklere tamamen açılmıştır. Büyük kuvvet dengesizliğine rağmen kısa bir zamanda kesin bir netice alınmasına Alp Arslan ve komutanlarının üstün sevk ve idaresinin bir sonucu olarak görülmesi, karışık düzensiz sevk ve idareden yoksun ve kendini beğenmiş bir imparatorun başta bulunması da yardımcı olmuştur. Anadolu’nun Türkleşmesine, İslamlaşmasına ve bir vatan olmasına yol açan bu büyük zaferin akisleri İslam alemi ve Hıristiyan alemin kalesi durumunda olan Bizans böyle büyük bir hezimete uğramasını Hıristiyan devletler gururlarına yedirmemişler, Türkleri bir tehdit aracı olarak görmeye ve Anadolu’dan atmaya karar vermişlerdir. Nitekim Avrupa kilisesi 1095 yılında Türklere karşı haçlı seferlerini de başlatmışlardır. Bu zaferle Türkler orta doğuda İslam âleminin koruyuculuğunu, İslamiyet’in kalkan görevini kazanırken, Bizans’ın nüfusunun kırılmasına, çeşitli din ve mezhepteki insanların Türkleri bir kurtarıcı olarak görmelerine sebep olmuştur. Bu aziz vatanın bizlere böylesine büyük bir zafer kazanarak armağan eden ecdadımız, şehadet mertebesine ermenin huzuru içinde görevlerini tam ve eksiksiz yapmışlardır. Şüphesiz yeni nesiller, böylesine büyük zaferler ile bizlere emanet ettikleri bu aziz vatanı korumak ve ecdadına layık olmak istemiş yakın bir geçmişte 30 Ağustos 1922 de düşmanlarına gereken dersi vermesini bilmiştir. Bu büyük zaferi kutlamanın sevincini yaşarken, aziz şehitlerimizi rahmetle anar, şerefli mazisi zaferler ile dolu kahraman Türk ordusuna ve mensuplarına şükranlarımızı iletmeyi bir borç biliriz.
TÜRK TARİHİNDE AĞUSTOS AYI VE MALAZGİRT ZAFERİNİN ÖNEMİ
Yrd. Doç, Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Türk tarihi, diğer milletlere misal olacak birçok zaferlerle doludur. Tarihimizde kazanılan büyük zaferlerin birçoğu Ağustos ayı içerisinde toplanmıştır. İlk Türk devletlerinden başlayarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşuna kadar Türk milleti Ağustos ayında pek çok zaferler kazanmıştır. Ancak kazanılan bunca zaferden bugün elde ne kaldığı düşünülürse, Malazgirt zaferinin değeri daha iyi anlaşılır. Malazgirt'te tümüyle şehit olmayı göze almış ve ant içmiş bir orduya, Tanrı armağan olarak şanlı bir zafer ve ebedi bir ülke vermiştir. Malazgirt zaferi, yalnız Türk tarihinde değil, Dünya tarihinde de bir "Dönüm Noktası" olacak kadar önemli bir hadisedir. Çünkü Türklerin tarih boyunca kazandığı zaferler içinde ileriye doğru en çok tesirde bulunan bu zaferdir. Bu zafer, Türk milletinin geleceğini sağlayan ve ona yeni bir yurt, yeni bir tarih hazırlayan çok büyük bir hadisedir. Kısa bir süre içerisinde, Türkleri İran sınırından, Marmara kıyılarına ve İstanbul önlerine getiren bu zaferdir.
Bu büyük zaferi Türk tarihine kazandıran Büyük komutan Alparslan, Büyük Selçuklu Devleti'nin ilk hükümdarı Tuğrul- Bey'in yeğenidir. Babası Çağrı Bey, Horasan valisi iken vefat edince, onun yerine geçmiş ve 1063 yılında Tuğrul Bey'in vefatı üzerine Büyük Selçuklu Devleti'nin başına geçmiştir. Alparslan başa geçtikten sonra, kısa bir zamanda idareye hakim olmuş ve iç durumu düzeltmiş, arkasından fetih hareketlerine girişmiştir. Bu arada asırlardan beri Batı'ya yönelen Türk akınları, Selçuklular ile beraber yön değiştirerek Kuzey yerine, Güney'e yöneliyordu. Ancak bu akınlar, gelişigüzel akınlar olmayıp "Yurt Tutma" başta gelen hedef olmuştur. Türk milleti yürümektedir ve başında Alparslan gibi büyük bir lider vardır.
Türklerin, Dünya siyaset sahnesine büyük bir güç olarak çıkmaları, İslam dünyasındaki siyasi bölünmelere de son verecek ve Batı orduları karşısında gerileyen İslam Orduları, kendilerine dâhil olan bu büyük güçle, Hıristiyan Avrupa'nın ordularını durdurdukları gibi, bu büyük dalga Viyana önlerine kadar gidecektir. Bu sırada Batı’nın ileri karakolu olan Bizans İmparatorluğu tehlikeyi çabuk sezer, ancak 1048 Pasinler'de ağır bir mağlubiyete uğratılır. Türk akınları daha sonrada da devam eder. Fakat yeni başa geçen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes, Türk akınlarını durdurmaya bu sefer kesin kararlıdır. Orta ve Batı Anadolu’da akınlarını sürdüren Türklerden kurtulmak ve ortalığa dehşet saçan bu korkusuz süvarileri, Anadolu’dan çıkarmak amacıyla ordusunun hazırlıklarını tamamlar. Bizans tarihinin en kuvvetli ordusu olarak tarihlere geçen ikiyüzbin kişilik bu ordu, Selçuklu Türk Hakanı Alparslan'ın ordusunun dört katıydı. Bu arada Selçuklu tahtı üzerinde hak iddia eden Alparslan'ın eniştesi Erbasgan (Kurtçu), Afşin Bey'in önünden kaçarak, Bizans'a sığınmış geri verilmesi yolunda yapılan teklifleri, Bizans’a geri çevirmişti. İmparator R.Diogenes hazırlıkları tamamlanan ordusuyla, yanma Erbasgan'ı da alarak 13 Mart 1071 de İstanbul'dan hareket etti. Ankara, Kayseri yolu üzerinden Sivas'a vardı.
Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Güney'de Suriye civarında bulunuyordu. Bizans ordusunun geldiği haberini alınca, ani bir taarruzla Bizans'ın, Doğu Anadolu'daki müstahkem kalesi Malazgirt'i ele geçirdi. Bunu takiben tekrar Haleb'e dönerek, Bizans elçilerini buraya kabul etti. Bu sıralarda Afşin Bey, Bizans'ın Anadolu'daki belli başlı askeri üslerinin ve levazım depolarının tahrip edildiğini, esas Bizans ordusu üzerinde bir zafer kazanmak mümkün olabildiği takdirde Anadolu'nun Türklere karşı koyamayacağını bildiren raporunu. Sultan Alparslan'a yolladı. Bu raporu alan Sultan Alparslan, Bizans İmparatorunu karşılamak üzere Doğu Anadolu'ya yöneldi. Bu arada Türklerin yaptıkları çeşitli sulh teklifleri kendisine çok güvenen Bizans İmparatoru tarafından reddedildi. 26 Ağustos 1071 de iki ordu Malazgirt Ovasında karşı karşıya gelmiş ve Türk ordusu kendisinden çok daha büyük imkânlara ve sayıya sahip olan, Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmıştır.
Burada savaşın nasıl gerçekleştiğini ve savaşın içerisinde cereyan eden birtakım hadiseleri anlatmayacağız. Bu büyük zaferin sonuçlarını ve önemini tahlil etmeye çalışacağız. Bütün tarihçiler, Malazgirt’in bütün Dünya tarihinde bir "Dönüm Noktası' teşkil ettiğinde birleşmektedirler.
Zaferden sonra Anadolu, Türkler için yeni bir "Vatan" olmuş, Türk akıncıları daha önce 25 yılda Batı'da denize ulaştıkları halde, Malazgirt'teki Bizans ordusunun komutanı R.Diogenes'in ölümünden sonra iki yıl içinde Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına inmişlerdir. Bu zafer bütün Anadolu'yu, Türklere açık hale getirmiştir. Türklerin tarih boyunca kazandığı sayısız meydan muharebelerinden hiçbiri istikballerine bu derece tesir edici mahiyette olamamıştır. Türk tarihinde Malazgirt'ten mühim tek vaka İstanbul'un fethidir. Dandanakan'da kazanılan zaferi Malazgirt tamamlamış, İstanbul'un fethi ise taçlandırmıştır. Bu zaferlerden sonra Türkiye Devleti kurulacak ve Osmanlı çağında, bu cihan devleti, tarihin en büyük siyasi teşekkülü haline gelecektir. Alparslan, R.Diogenes'le yapılan anlaşmayı Bizanslıların tanımaması üzerine, Kutalmışoglu Süleyman Şah'a Adalar Denizine ve Marara'ya kadar Anadolu kıtasının açılmasını emretmiştir. Bu kadar büyük bir zaferin neticesiz bırakılmayacağı tabi: idi. Bizans'ın değil Fırat-Toroslar sınırını tutması, Doğu Anadolu'dan bile vazgeçmek istememesi şüphesiz siyasi görüşsüzlüğünün şaheser numunesi olmuştur.
Büyük zaferin Türk ve İslam âlemindeki akisleri de büyük olmuştur. Fatımiler hariç, birçok yerde Alparslan yüzlerce kaside ve tebrikname ile övülmüştür. Malazgirt Alparslan'ın adını ölümsüzleştirmiş ve zamanımıza kadar bu büyük komutan saygıyla anılmıştır.
Haçlı seferlerinin doğmasında başlıca amil olan bu zaferin, Avrupa medeniyetinin de gelişmesinde büyük payı vardır. Gerçekten Anadolu'nun fethine karşı, Avrupa'da bilgisizlik ve yoksulluğun doğurduğu Haçlı seferleri yüzyıllar boyu sürmüş, Müslüman Türkler karşısında, Hıristiyan Avrupa devamlı mağlup olmuştur. Fakat bu savaş ve seferler sayesinde, Avrupa, Doğu Dünyası ile münasebetlerini geliştirmiş ve İslam medeniyetinin bilim, kültür ve servetini Batı'ya taşımıştır. Akdeniz hâkimiyetini Müslümanlara kaptıran Avrupalılar, bu sebeple başka yollar aramışlar ve Okyanuslarla Dünya ticaretini ellerine geçirmişlerdir.
Malazgirt zaferinden önce, İslam Dünyası siyasi bakımından büyük bir karışıklık içerisindeydi. Özellikle Abbasi Devleti'nin son zamanlarında ortaya çıkan yıkıcı akım ve cereyanlar İslam Dünyası için büyük bir tehlike arzediyordu. Malazgirt zaferinden sonra, Türkler bu anarşi devresine son vermişler, Afganistan'dan, Akdeniz kıyılarına ve Mısır sınırlarına dek uzanan alanlarda tek bir yönetime bağlı, disiplinli bir devlet kurmuşlardır.
Türkler Anadolu'ya gelmeden önce, burası harabe bir halde idi. Uzun süren Bizans-Sasanı ve daha sonra Bizans-Emevi ve Abbasi mücadeleleri, Anadolu'yu bir harabe haline koymuştu. Nüfus azalmış, hayvancılık gerilemiş, arazi kırlaşmıştı. Öyle ki, ziraat sadece kalelerde yapılabiliyordu. Malazgirt’i takiben Türkler büyük nüfus kitleleriyle Anadolu'yu doldurdukları gibi, kırlaşan araziyi ve fakirleşen hayvancılığı yeniden canlandırdılar. Harabe yerleri yeniden inşa ettiler. Bunların sayıları oldukça fazla idi. Bunun en açık misali, bugün bile Anadolu'da onbinlerce yerin Ören-Viral-Höyü gibi adlar taşımasıdır. Türkler ziraat ve hayvancılığı canlandırmakla kalmadılar. Buna kendi damgalarını vurdular. Pek çok hububat ve hayvan cinsini Anadolu'ya getirdiler. Bunlar arasında At, Koyun, Çift hörgülü Deve sayılabilir. Hububat cinsleri içerisinde ise buğday, arpa, ayçekirdeği, pamuk, kavun, karpuz ve birçok çiçek cinsi sayılabilir. Denilebilir ki, Anadolu’yu Türkler yeniden inşa ettiler. Kısa zamanda her su başında, her yeşil yamaçta, her yayla doruğunda uzaktan uzağa minareler, medreseler, aşevleri, kütüphaneler, hastaneler ve köprülerle Müslüman-Türk'ün elinde Anadolu nakış nakış işlendi. En sonunda sıcak denizlere değin uzanan büyük göçün yılları kapsayan yorucu yolculuğu bitmiş ve kesinlikle Anadolu Türklerin ebedi vatanı olmuştu.
Karışıklıklardan faydalanarak Doğu Roma'yı tekrar diriltmek isteyen Bizans'ın bu gayesi günden güne geriledi ve 1453 de bu emelleri tamamen söndürülerek, Türkler Anadolu'nun kesin hâkimi oldular.
Başlangıçta da belirttiğimiz gibi Ağustos ayı, Türk'ün büyük zaferleri ile doludur. Alparslan 26 Ağustos 1071 günü, "Anadolu benim ve milletimin olacaktır. Onlarla yeni bir yurdun kapısın) açıyorum" diyerek nasıl savaşıp, düşmanı esir etmiş ise 26 Ağustos 1922 günü Mustafa Kemal Paşa da "Alparslanlar'ın milletine hediye ettiği bu aziz yurdu, Megalo idea’nın sarhoşlarına bırakamam. Anadolu benim öz yurdumdur." diyerek, Bizans'ın halefi Yunanlıları "Başkomutanlık Meydan Muharebesi"nde öyle yenerek esir etmiştir. Bu rast-gele seçilmiş ve tesadüfî bir tarih olamazdı. Bu kader gününün seçimi, Atatürk ve silah arkadaşlarınca kararlaştırılmıştır.
Sonuç olarak denilebilir ki, temeli Alparslan tarafından atılan ve Fatih Sultan Mehmet tarafından sağlamlaştırılan Anadolu Türklüğü, Atatürk' ün aynı günün 851. yıl dönümünde (26 Ağustos 1922) kazandığı eşsiz zaferle anıtlaştırılmıştır.
ANADOLU'NUN TÜRK VATANI ZAFERİNİN OLUŞUNDA MALAZGİRT’İN ÖNEMİ
Dr. Rifat ÖZDEMİR Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü ELAZIĞ
Malazgirt Zaferi Öncesi Türklerin Anadolu ile İlişkileri
Türkler, Malazgirt savaşından önceki asırlarda Doğu Avrupa, Orta Asya, İran, Orta-Doğu, Hindistan gibi değişik coğrafi mekânlarda çeşitli devletler kurarak dil, din ve kültür farkı olan değişik insan topluluklarını yönetmişlerdir.
Türkler tarafından kurulup geliştirilen bazıları kendi bölgelerinde faaliyet gösterirken bazıları ise değişik ülkeler yanında Anadolu ile de ilgilendiler. Askeri ve Ekonomik amaçlı plânlarını ve Suriye üzerinden Kudüs'e kadar akınlar düzenlediği bilinmektedir. Meselâ Kudüs'e kadar akınlar düzenlediği bilinmektedir. Meselâ M.Ö. IV. yüzyılda kurulup gelişen Hun İmparatorluğu, dünya devleti haline geldiği bir sırada M.S.55 yılında "Doğu ve Batı Hunlar" diye ikiye ayrıldı. Doğu Hunlar. Uzak-Doğu seferi ile meşgul olurken, Batı Hunlar, Kara Deniz'in Kuzeyindeki bulunan Gotlar, Vandallar vb. gibi kavimleri Batıya sürerek Avrupa'ya doğru ilerlemeye başladılar. Doğu ve Orta Avrupa-ya kadar ilerleyen Hunlar, Tuna'yi da geçip, Trakya'da ilerleyerek Roma’yı tehdit ettiler. Batı Hunların bir kolu Avrupa'ya akınlar düzenleyip Roma'yı sıkıştırırken. M.S. 395–396 yıllarında Kafkaslardan güneye inen diğer bir kolu da Anadolu'da ilerlemeye başladı. Erzurum, Karasu, Malatya, Urfa, Çukurova. Antakya'ya kadar ilerledikten sonra, Suriye üzerinden Kudüs'e ulaştılar. Sonbahara doğru kuzeye doğru dönen Hun Kuvvetleri Orta-Anadolu, Ankara, Nevşehir, Ürgüp, Göreme, Kayseri üzerinden doğuya hareket ederek Azerbaycan ve Bakû yoluyla merkezlerine ulaştılar.
Türklerin Anadolu içlerine kadar yaptıkları akınlardan yaklaşık olarak 620 yıl, yani Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun kurulması arefesinde, Büyük Selçuklu Devleti'nin kurucularından olan Çağrı Bey'in 1015–1021 M. tarihleri arasında Doğu-Anadolu'ya askerî mahiyetli akınlar yaptığını biliyoruz.
Bu tarihlerde, 3000 atlı ile Maveraünnehir'den hareket eden Çağrı Bey Horasan ve Azerbaycan üzerinden Doğu-Anadolu’ya gelerek Van Gölü Bölgesine girdi. O zamana değin hiç Türk Görmemiş Ermeniler, yazdıkları kaynaklarda; "Mızrak Ok ve yaydan silahları çekili olan, beli kemerli, kodluların ki ne benzeyen uzun ve Örülü saçlı. Rüzgâr gibi uçan Türk atlıları" karşısında dehşete düştüklerini belirtmektedirler. Çağrı Bey, bu akını ile Van ve Batı bölgesini aldıktan sonra. Kuzeye dönerek Gürcüleri yenerek geniş toprak fetihlerinde bulunmuştur. Çağrı Bey'in seferinden yaklaşık 13 yıl sonra. 1028 yılında Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenler Azerbaycan’dan hareket ederek Aras ırmağı yörelerine gelmişler, Anı Ermeni Krallığına belirli saldırılar düzenledikten sonra birçok ganimetle Rey'e dönmüşler.
Yeni kurulup gelişmekte olan Selçuklu Devletinin, kısa sürede Dünya İmparatorluğu haline gelebilmesi için birçok fetihlerde bulunması icap etmekteydi. Bunun farkında olan devlet kurucuları gözlerini batıya çevirerek Bizans aleyhine genişlemeye yöneldiler. Bu amaçla Sultan Tuğrul'un emriyle 1045 M. yılında harekete geçen İbrahim YINAL ve Kutalmış sefere çıktılar. İbrahim YINAL Güneyden Hemedan ve İsfahan'ı aldıktan sonra Dicle Nehrine dayanırken, Kutalmış da Aras ırmağını geçerek Ermeni Gürcü memleketlerine girdi. Bu seferi devam ettiren YINAL ve Kutalmış Pasin ve Hasan kale’yi Selçuklu topraklarına kattılar.
Selçuklu, emir ve komutanlarının, Doğu-Anadolu üzerindeki askerî baskıları, bundan sonra da devam etti. 1054 m. tarihinde harekete geçen Sultan Tuğrul, bizzat kendisinin yönettiği ordu ile Doğu-Anadolu’ya gelerek Muradiye ve Ercisi fethetti. Çoruh Nehri havzasına gönderdiği kuvvetler ise Bayburt’u aldıktan sonra Trabzon'a kadar akınlar da bulundular. Tuğrul Bey aynı yıl. Bizans Muhafızı olan Ermeni Vasil'in savunduğu Malazgirt Kalesini kuşattı ise de alamadı. Bundan sonra Selçuklu emir ve kumandanlarına "Fethi devam" emri veren Tuğrul Bey, Anadolu'dan ayrıldı. Fethe devam emri alan emirler, Malatya'yı fethettik sonra, Temmuz 1059'da Sivas'ı Selçuklu topraklarına kattılar. Alparslan'ın tahta geçmesine kadar devam eden Türk akınları, Bizans’ı kesin olarak Anadolu'dan atmaya yetmediği gibi. Anadolu'yu Oğuz (Türkmen) yurdu yapmaya da yetmemiştir.
Yakuti, Erbasan, Afşin, Ahmedşah, Türkmen et-Tükî vb. gibi şehzade ve kumandanları tekrar fetihle görevlendirdi. Bu Selçuklu, emir ve kumandanları büyük ölçüde Bizans'ı darbelediler. Bizanssın bu kadar darbelenmesinden sonra geniş canlı bir askeri harekâtla çökertilmesi zaruret haline gelmişti. Bu yapılmalı ki, Anadolu. Türkmen eli, Oğuz eli, durumuna gelebilsin.
Türklerin doğudaki akınlarına son vermek isteyen Bizans İmparatoru Romanus Diogenes (1067–1071) 1068 M. Tarihinde hazırladığı bir ordu ile Doğu-Anadolu'ya hareket ederek Kayseri, Sivas, Divriği ve Maras üzerindeki güzergâhlardaki Türk kuvvetleri, Ahlât üstünden Sakarya'ya kadar akınlar düzenleyen Türk kuvvetlerini bertaraf etmeye çalıştı. Anadolu'ya akınlar yaparak, geniş tecrübe ve bilgiler kazanan Bekçioğlu Afşin Bey'in getirdiği yeni bilgilerle Bizans’ın çöktüğünü öğrenen ve Bizans İmparatoru Romanus'a iltica eden eniştesi Kurtçu'nun (Erbaskan) teslim edilmemesine kızan, Mısır'ın Fethi için bir Fatımî devlet adamı tarafından davet edilen Alparslan, Azerbaycan üzerinden Bizans ülkesine girdi, önce Ani gibi müstahkem bir mevki olan Malazgirt'i aldı. (1070) sonra Erciş'i alarak, Diyarbakır bölgesinden geçip Siverek'i alarak Urfa'ya geldi. (10 MART 1071) İyi bir kuşatmaya rağmen Urfa'yı almayan Alparslan Suriye'ye doğru ilerleyerek, 21 MART 1071 tarihinde Fırat nehrini geçerek Haleb'i aldı, Şam’a gitmekte iken, Bizans İmparatoru Romanus Diogenes'in Doğu-Anadolu'ya hareket ettiğini duyması üzerine, Mısır'ın Fethi için bazı kuvvetlerini oğlunun kumandasında Halep'te bırakarak hemen geri dönüp (27 NİSAN 1071), Fırat nehrini geçerek Urfa'dan Musul'a geldi. Fakat bu arada Fırat Nehrinden geçerken hayvanlarının birçoğunun boğulması, Irak askerlerinin dağılması üzerine adeta ordusuz kalan Sultan, Azerbaycan'a dönerek büyük hazırlıklara başladı. Hemen emrindeki 4000 hasgulâmı ve teçhizatı 10000 kişilik kuvveti alarak Ahlat'a doğru yola çıktı. Yolda kuvvetleri 40.000 kişiyi buldu. Diğer taraftan 1071 de yola çıkan Bizans ordusunun, yaklaşık olarak 100.000 kişiden fazla mevcudu vardı. Önce Ürgüp dolaylarında kurulan bir savaş meclisinde istişare eden Diogenes, daha sonra Erzurum'a gelerek karargâhını kurdu. Selçuklu kuvvetlerinin bulunduğu yerde savaşma eğiliminde olan Bizans komutanları, hızla Malazgirt ve Ahlat kalelerini işgal ettiler.
II- ALPARSLAN VE MALAZGİRT ZAFERİ
Büyük Selçuklu İmparatorluğunun kurucusu olan Sultan Tuğrul'un Eylül 1063'de Ölümünden sonra yerine Alparslan geçti. Tahta oturan Alparslan babası Çağrı ve amcası Tuğrul Bey'in Batıya yönelik askeri faaliyetlerine devam etti. Bu amaçla Şubat 1064'de Rey'den hareket ederek, Azerbaycan üzerinden Doğu-Anadolu'ya geldi. Aras nehrinden ordusunu geçirdikten sonra, ordusunu iki kola ayırdı. Önce Kuzeye, Kafkasya yönüne hareket ederek Erran (Karabağ), Lori Ermeni krallarını itaate, vergi vermeye, Kralın kızını Sultan’a vermesi şartıyla Selçuklu "Vasal" devleti haline getirdi. Daha sonra Kafkasya yönünde ilerleyerek Tiflis ve çevresini aldı. Gürcüleri vergi vermek şartıyla itaat ettirip "Vasal" devlet haline getirdikten sonra, Aras vadisine döndü. Aras vadisine dönen Sultan Alparslan, Doğu Anadolu'nun en müstahkem Bizans Kalesi ve Ermeni Krallarının Başkenti olan Ani'yi kuşattı. Çetin bir muhasaradan sonra Şehri savunan Bizans, Ermeni ve Gürcü askerlerin burçları terk etmesi ve bu manzarayı gören halkın kaçışması üzerine şehir savunmasız kalarak Alparslan'ın eline düştü.
“Onların Allah’ın zaptedilmez şehirlerini bugün elime teslim etti” diyen Sultan Alpaslan fethe çok sevindi. Bu arada oğlu Melikşah ve veziri Nizamülmülk emrindeki ikinci bir kuvvet Aras vadisi boyunca ilerleyerek Sürmeli ve Hıristiyanların önemli bir merkezi olan Meryemnişin'in aldılar. Alparslan bu fetihlerini başta Bağdat Abbasi Halifesi ile bütün İslâm devletleri liderlerine "Fetihname "lerle bildirildi. Bu fetihlere çok sevinen Abbasi Halifesi. Sultan Alparslan'ı "Ebu'l-Feth (Fetih babası) unvanı ile taltif etti.
Alparslan, Doğu-Anadolu da bu başarıları sağladıktan sonra, fetihlere devam etmek üzere, Horasan Sâlâri. Gümüştegin, Afşin, Ahmetşah vb. gibi Selçuklu emir ve kumandanları görevlendirerek Doğu-Anadolu’dan ayrıldı. Bu emir ve kumandanlar 1065-1067 tarihlerinde, bir taraftan Kamanan, Kayseri, Malatya yönünden ilerlerken, öbür taraftan Urfa, Siverek, Ergani, Adıyaman, Gaziantep, Antakya ve Halep yönlerinde ilerlediler Bu harekâtlarla Bizans'ın Doğu ve Güney Anadolu cepheleri iyice darbelenmişti ama, büyük bir askeri harekâtla kesin darbe vurulmamıştı. Bu amaçla 1067-1068’de tekrar Horasandan Aras vadisine gelen Sultan Alparslan, büyük bir askeri harekâtla Bizans'ı çökertmek istedi ise de, Karahanlı hükümdarının ölümü üzerine İmparatorluğun doğu cephesinde baş gösteren problemleri çözmek üzere Doğu Anadolu’dan ayrılarak, Kutalmışoğulları Mansur ve Süleyman, imparatorunun barış isteğinin kötüye yorumlamasına neden oldu. İmparator, 'Kendisinin İsfahan’dan, atlarının Hemadanda karşılayacağını" söylemesi Halife elçinin de cevaben "Atların Hemedan'da kışlayacağı doğru, sana gelince, onu bilmiyorum'" şeklindeki konuşmaları sonunda barış sağlanmayarak savaş kaçınılmaz olmuştu. Bağdat Halifesi’nin 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün hutbelerde Alparslan için dua edilmesini isterken, Alparslan da bütün büyük liderler gibi ordusuna "Allah için savaşıyoruz. Ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz savaş istemeyenler gidebilir. " şeklinde konuşma yaparak askerlerinin maneviyatını yükseltmeye çalıştı. Alparslan'ın bu etkili konuşmasına karşılık askerler: "Ey sultan, biz senin kullarınız; ne yaparsan senin arkandayız. İstediğini yap" diyerek bağlılıklarını dile getirdiler. Kumandan ve askerlerin bu karşılıklı konuşmasından sonra, ordusu ile namaz kılan Alparslan, Türk töresine uygun olarak atının kuyruğunu kendisi bağladı. Ölürse kefeni olacağını söylediği beyaz bir elbise giyerek kılıç ve gürzünü eline aldı.
Benzeri dinî törenler Bizans ordusunda da yapıldı. Bizans ordusu merkezde İmparator olmak üzere sağ ve sol cenah olarak tertiplenirken, Selçuklu ordusunun bir kısmı pusu için ayrılarak, asıl kuvvet Sultan'ın komutasında cephede kaldı, savaşa Selçuklu taarruzu ile başlanarak önce, Bizans'ın Sağ kanadına taarruz edildi. Bu kolda bulunan Uzlar (Oğuzlar) ve Peçenek Türklerinin Selçuklu saflarına geçmesiyle bu cephe çabucak bozuldu. Daha sonra, Bizans'ın sol kanadına taarruz edilerek o da bozguna uğratıldı. Selçuklu ordusu karşısında sadece sağ ve sol kollardan, gerideki ihtiyat birliklerden yardım almayan Romanus Diogenes'in kumanda ettiği merkez kuvvetleri kaldı. Şiddetli bir Selçuklu baskısıyla bu kuvvetler de kısa sürede yok edilerek İmparator esir edildi. Arap kaynaklarına göre 26 AĞUSTOS 1071 cuma günü öğleden sonra başlayan savaş akşama doğru bitirilmiş, Bizans ordusunun tamamına yakını yok edilerek Malazgirt savaş meydanı cesetlerle dolmuştu. Ordunun bütün teçhizat ve ağırlığı ise ganimet olarak kalmıştır. Kaçan Bizans Kuvvetlerinin belirli bir takipten sonra Alparslan'ın çadırına esir olarak getirilen Romanus Diogenes ve Alparslan arasında geçen uzun konuşmalardan sonra. İmparator, Sultan'a 1,5 milyon dinar ödemek, her yıl Selçuklulara 300.000 dinar, vermek istenildiği kadar Rum Askerini Selçuklu emine vermek. Malazgirt, Urfa ve Antakya’nın geri verilmesi, Müslüman esirlerin serbest bırakılması gibi çok hafif şartlarla serbest bırakılmıştır. Alparslan’ın yanında birkaç gün kaldıktan sonra, tacı ve tahtıyla beraber Bizans İmparatorluk tahtına iade edilmek üzere 200 kişilik bir Türk birliği tarafından korunarak Sivas'a getirilen Diogenes, Bizans tahtına oturmamıştır. O, daha savaştayken 24 EKİM 1071'de Bizans tahtını ele geçiren VII. Mihael antlaşma şartlarını uygulamaya fırsat vermedi. Diogenes tahtını geri almak üzere mücadeleye devam etti ise de 1072 yazında yakalanıp gözlerine Mil çekildikten sonra öldü.
III-MALAZGİRT ZAFERİ SONRASI ANADOLU 'NUN VATANLAŞMASI
Malazgirt Meydan Savaşı tarihin kaydettiği en büyük savaşlardan birisidir. Ama Alparslan Gazi' nin bu kadar büyük zafer sonucunda niçin bu kadar hafif şartlarla antlaşma imzaladığı hâlâ bilinmemektedir. Romanus Diogenes, Bizans tahtına oturabilseydi, bir süre için bile olsa Selçukluların Bizans'a karşı uyguladığı "Batı Siyaseti" duraklayacaktı. Fakat Diogenes'in Bizans tahtına oturamaması yapılan antlaşmanın uygulanmadan uzak tutulması, Selçukluların, Malazgirt savaşı sonuçlarından daha geniş olarak istifade etmelerine neden oldu. Sultan Alparslan kendisi Rey ve Hemedan'a dönerek Orta Asya'ya doğru seferler düzenlerken, Kutalmış'ın oğulları ve birçok Selçuklu şehzade ve kumandanlarını Bizans aleyhine Anadolu'nun fethi ile görevlendirdi. Bundan sonra harekete geçen Selçuklu akıncıları, 2 yıl içinde Adalar Deniz (Ege) ile Marmara'yı. Üsküdar önlerine kadar ulaştırdılar. Daha önceki akınlarda, ganimet toplayarak Ahlat ve Halep'teki üstlerine dönen akıncılar, artık Anadolu içlerinde kalmaya, buraları yeni yurt edinmeyi plânlamaya başladılar.
Malazgirt savaşına kadar Sâsâni-Bizans Arap- Bizans, Selçuklu, Bizans kanlı askeri mücadelelerine sahne olan Doğu, Orta ve Batı Anadolu’nun yerli halkları sürekli olarak daha emniyetli gördükleri Batıya, Adalara ve Trakya'ya doğru göç ettiler. Bu nedenle özellikle Doğu ve Orta Anadolu' da belirli bazı şehirlerin dışında köylerin tamamına yakını harabeye döndü. Toprak bakımsız ve atıl bırakıldı. Çukurova ve Batı Anadolu'da ise o kadar verimli arazi üretimden yoksun, çayırlık. Sazlık ve bataklıklar durumuna geldi. Bu nüfus yokluğunu gören Selçuklu Komutanları batıya doğru ilerledikçe yakaladıkları halkı topraklarına zorla göçürüp iskân ederek, boş toprakları yeşertmeye çalıştılar.
Malazgirt’le beraber açılan Anadolu kapılarından giren akıncılar ileri harekâtla Adalar Denizi (Ege) ve Marmara’ya ulaşırken arkadan Oğuz (Türkmen) boyları akmaya başladı. 8–10 yıl içinde Horasandan kalkan Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni, Salu, Eymür, Alayund, Ürker, Iğdır, Büğdüz, Yıva, Kınık, Kayı, Bayat, Alkaev-li, Karaevli, Yund, Döğer, Dodurga, Yazırlı, Afşar. Kızık, Beydili. Kargın vb. gibi Oğuz boylan ile Özbek, Kazak, Kuman, Karluk, Kırgız. Ku-muk, Hazar vb. gibi diğer Türk boylan Anadolu'ya gelmeye başladı. Anadolu'ya gelen Türkmenler Doğu, Güney, Kuzey, Batı ve Orta Anadolu yönlerinde ilerleyerek, bir taraftan virane olmuş eski köyleri yeşertirken, diğer taraftan kendi adlarıyla yeni köyler kurarak İskâna başladılar. Kısa sürede bazı Türkmen grupları da şehirlerde yerleşerek şehir hayatına uymaya çalıştı. Anadolu' ya ilk büyük Türkmen kafilesi 100.000 ve 320.000 kişilik olarak geldi. XI. yüzyılda ise bir milyon Türkmen kafilesi geldi.
Anadolu'ya gelip yerleşen Uç-Türkmen Beyleri, Bizans'a ait topraklarda sürekli olarak genişleme siyaseti güderek, Batı Anadolu, Marmara ve Karadeniz çevresinde tam olarak alınamamış yerleri hâkimiyetleri altına almaya çalıştılar, Malazgirt’ten sonra yapılan Mikrokefolon (Sultandağı geçidi. Eskişehir yakınlarında) (1176) savaşı işlerini iyice kolaylaştırdı. Türkmenler bir taraftan askeri ve siyasî hâkimiyet mücadelesi verirken, diğer taraftan Anadolu'yu mamur bir Türk-İslâm beldesi yapmak amacıyla, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, yollar ve köprüler gibi dinî ve sosyal kurumlar yaptırmaya başladılar.
Türkistan ve Horasandan gelen Türkmen akınları bu göçlerle de kalmadı. 1220'de Harzemşahlar'ın Cengizhan'a yenilmesinden sonra istilâsından kaçan tüccar ve zanaatkâr Türkmenler yeniden Anadolu'ya akmaya başladı. Bu göçlerle Anadolu, hem nüfus itibariyle fazlalaştı, hem de iyice Türk İslam karakterine büründü.
Anadolu’ya gelen Türkmenler, yeni yerleştikleri köylere Şehirlere, Ova ve yaylalara Kınık. Bayındtır, Kargın, Peçenek. Eymür, Iğdır, Döğer, Kayı, Afşar, Beydili, Salur, Çubuk, Afşin, Oğuzeli, Artuklu, Alagöz, Ahmetli, Hüsiyenli, Aktepe, Göktepe, Uzunyayla, Karayayla, Bozova, Çukurova, vb. gibi tamamen öz Türkçe olan kendi boy ve şahıs adlarını verirken kendileri de yer adlarını almaya, bu topraklar üzerinde çok çeşitli hatıralarla dolmaya başladılar. Bu uygulama ile uğrunda her aile ferdinin ölebileceği yeni Türk vatanı doğdu. Dil, din. kültür, gelenek ve görenek ve etnografya yönünden tam bir birlik sağlayan Türk Milleti yeni Vatan Anadolu ile kaynaşarak vatan ve millet bütünlüğü sağladı. Dökülen kan ve gözyaşı, sarf edilen el emeği ve göz nuru ile Anadolu maddî ve manevî yönden kutsallaştı. Bu kutsal kabul edilen topraklar üzerinde, acı, ızdırap, el emeği ve göz nuru simgeleyen mezar taşları, türbe ve anıtlar, camiler, mescitler, hanlar, hamamlar ve köprüler birer birer yükselerek kutsal mühürler durumuna geldiler.
Malazgirt'ten sonra, yeni doğan Türk vatanı Anadolu üzerinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Beylikler, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti gibi Devlet ve İmparatorluklar ard arda doğdu. Bundan sonra Türkmenler bir taraftan Anadolu'ya her yönden mamur ve müreffeh hale getirirken, öbür taraftan Türk siyasi ve askeri faaliyetleri için karargâh haline getirdiler. Özellikle XV ve XVI. yüzyıllarda orta ve batı Anadolu ile Marmara Bölgesindeki Türkmenlere dayanan Osmanlılar Balkanlar üzerinden Batı'ya ilerlerken. Doğu ve Güney-Doğu Türkmenlerine dayanan Kara Koyunlu, Ak Koyunlu ve Safavi Türkmen Devletleri de Timur istilası ile gecikmiş İran tarafındaki fetihlerine devam ettiler. Daha sonraki yüzyıllarda Kırım'ın, Irak ve Suriye'nin. Filistin'in, Mısır ve Kuzey Afrika'nın, Yemen'in. Kıbrıs'ın, Girit, Rodos ve diğer adaların fethi hep bu yeni vatandan, yani Anadolu’dan gerçekleştirilmiştir. Bütün bu başarı ve zaferlerin altında, Alparslan ve Malazgirt Zaferi gerçeğinin yattığını söylemek doğru bir söz olacaktır.
SONUÇ
Türklerin Anadolu ile 395–396 M. tarihlerinde, Batı Hun Türkleriyle başlayan siyasi ve askeri ilişkileri. Büyük Selçuklu Devletinin kurulmasından önce ve sonra 1015–1071 tarihleri arasında Çağrı Bey, Tuğrul Bey, Alparslan ve diğer Selçuklu emir ve kumandanlarıyla da devam etmiştir. 1071 Malazgirt Savaşıyla noktalanma derecesine gelen askeri bir vatan kazandırmıştır. Bu zaferden sonra yeni vatanı dili, dini, kültürü, sanatı, elemeği ve göz nuru ile dantel gibi işleyen Türkler daha sonra Balkanlarda Akdeniz de, Karadeniz de, Orta-Doğu'da, Kuzey Afrika ve Yemen'de yaptıkları siyasi ve askeri mücadelelerde burasını birer üst olarak kullanmışlardır.
Yeni kazanılan vatan, siyasi ve askeri mücadelelerin merkezi olduğu kadar Türk dilinin, Türk Kültür ve Sanatının, Türk Etnografyasının, İslam dininin de merkezi olmuştur. Bütün bu olumlu sonuçlar. Sultan Alparslan ve arkadaşlarının sarsılmaz iman ve gayretleriyle kazanılan Malazgirt Meydan Savaşı sayesinde gerçekleşmiştir.